İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İsrail barışı Maşrık için sihirli bir çözüm değil

Suriye ve Lübnan Savunma Bakanları Murhaf Ebu Kasra ile Mişel Mensa, dün Cidde'de, Lübnan ile Suriye arasındaki kronik sınır anlaşmazlıklarını çözmeyi amaçlayan umut vadeden bir anlaşmaya imza attı. Gerçek şu ki, ne yeni Suriye hükümeti ne de mevcut Lübnan hükümeti, Fransız mandası döneminde eski Osmanlı eyalet ve mutasarrıflıklarının kalıntıları üzerinde kurulan mevcut Suriye ve Lübnan oluşumlarının doğumundan miras kalan bu sorunlara katkıda bulunmamıştır.

Daha sonra Şam ve Beyrut yöneticileri arasında onlarca yıl süren gerginlikler ve mutabakatlar yaşandı; ta ki baba Esed, bölgesel ve uluslararası onayla, Şam'ın Lübnan'daki karar alma mekanizmaları üzerindeki “hegemonyasını” dayatmayı başarana kadar. Nitekim Suriye güvenlik aygıtı, 1970'lerin sonlarından, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri'nin suikastının ardından Suriye güçlerinin 2005'teki çekilmesine kadar Lübnan'ı kontrol etti.

Hariri suikastı, sahada yeni gerçekleri ortaya çıkardı; bunlar arasında oğul Esed'in Şam'ın Beyrut’a büyükelçi atamasını kabul etmesi ve Lübnan'ın bağımsızlığını tanıması da vardı. Ancak sınır sorunu kuzeyde, merkezde ve güneyde karmaşık ve çetrefilli olmaya devam etti. Daha sonra İran’ın Hizbullah aracılığıyla Lübnan'daki Suriye hegemonyasının mirasını üstlenmesiyle, meselenin “karmaşık ve çetrefilli” kalmasının önemi daha da arttı. Güneyde Şeba Çiftlikleri ve Kafr Şuba Tepeleri'nin kimliği, Hizbullah'ın direniş adı altında silahını korumasını meşrulaştırmak için bir “bahane” haline geldi. Kuzeyde ise Suriye'nin Humus iline bağlı bazı sınır köyleri, Hizbullah'ın 2011'deki Suriye ayaklanmasını bastırmadaki rolünün başlıca gerekçesi haline geldi.

Bugün, geçmişte benzer varoluşsal zorlukları paylaşan Suriye ve Lübnan oluşumlarının, bugün ve gelecekte benzer varoluşsal tehditlerle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. İsrail'in uluslararası karar alma başkentlerinde Ortadoğu meseleleri üzerindeki hegemonyasının sürdüğü bir dönemde, Doğu Akdeniz bölgesindeki oluşumlar için felaketle sonuçlanacak bir “İsrail barışı”nın işaretleri gerçekten de belirginleşiyor.

İsrail barışı birçok kişiye karşı koymanın saflık olacağı şiddetli bir kasırga gibi görünüyor. Zira mevcut ABD yönetimi, Binyamin Netanyahu hükümeti ve İsrail sağındaki aşırılık yanlılarıyla tam bir uyum yaşıyor.

Bu sağ, İran’ı kendisinden daha büyük bir savaşa sürüklemeyi başardı ve şimdi 7 Ekim 2023 operasyonuna verdiği “karşılığın” meyvelerini topluyor. İran'ı benzeri görülmemiş Amerikan desteğiyle “küçülttükten” sonra, dört Arap oluşumuyla Doğu Akdeniz bölgesi üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak hegemonya kurma çabalarının hızlandığını görüyoruz.

Burada öne çıkan başlıklar Filistinlilerin “transferi” ve bölgeyi bölüp dinsel, mezhepsel ve etnik olarak başka küçük oluşumlara ayırmaya yönelik eski planın gerçekleştirilmesidir.

İsrail bir süredir bir çok oluşuma nüfuz etmiş durumda, fakat şimdi bu neredeyse aleni hale geldi. Hizbullah'a yönelik saldırı, Suriye ve Lübnan içindeki gizli ve ikili bağımlı sesleri “özgürleştirmeyi” başardı ve bu sesler, çoğunluk ve azınlıklar arasındaki bir arada yaşama problemlerini İsrail’in çözümüyle bitirmeyi talep eder oldu.

Suriye'de Rami Mahluf'un, halk ayaklanmasının başlarında İsrail'e, Şam rejiminin devrilmesinin kendi lehine olmayacağı yönündeki uyarısını hatırlayabiliriz. Sahil bölgesinde eski rejimin kalıntılarının takibi sırasında sivilleri hedef alan acı verici olaylarsa yangını körükledi.

Ayrıca bazı ayrılıkçı Kürt liderlerinin sorumsuzca sarf ettikleri sözlere de dikkat çekmek gerekir. SDG lideri Mazlum Abdi’nin, yeni Suriye hükümetiyle bir mutabakat zaptı imzalama inisiyatifini almasıyla, hemen söz konusu liderlik iddiaları tekrarlamaktan vazgeçti.

Güney Suriye'de ise sızma artık tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda. İsrail, Dürzileri kasten kullanıyor, onları silahlandırıyor, fonluyor ve dini kurumlardan bazılarını kendi tarafına çekiyor. Buna paralel olarak, Dürzi toplumunun milli ve dini kimliklerinin yeniden tanımlanması açısından, İsrail deneyiminin “tekrarlanmasına” ve genelleştirilmesine karşı çıkan her Dürzi eğilim sosyal medya ve medya platformlarında şiddetli bir biçimde hedef alınıyor.

Lübnan'daki durum da pek farklı değil. Kimi zaman “değişim”, kimi zaman “federalizm” -ve tabii yolsuzlukla mücadele- kisvesi altında gizlenen cazip söylemlerin çoğu, artık ihtiyatı bırakıp, bölücü, kuşkulu ve boyun eğici tüm niyetlerini açığa vurdu.

Doğu Akdeniz bölgesi uzun zamandır “Doğu Sorunu” olarak bilinen, dinler, mezhepler, etnik kökenler ve devletler arasındaki sismik fay hatlarının bir parçası oldu. Bu bir gerçek, ancak bununla olumlu bir şekilde başa çıkmanın tek sabitesi; azınlıkları korkularından arındırmak ve çoğunluğun yaşadığı adaletsizlik duygusunu ortadan kaldırmaktır.

Dışarıdan emir alan “cüce” ​​bir gruba dayalı oluşumlar içinde korku ve adaletsizlik saplantısı devam ettiği sürece, bölge rahatlayamayacaktır. Bilakis bir sömürüden diğerine, bir fitneden diğerine geçiş yapacaktır.

Gelişmiş ülkelerde siyasetçiler, “federalizm”den “idari ademi merkeziyetçiliğe” kadar değişen koşullara uygun çeşitli formüller ortaya koymuşlardır.

Ülkelerimizde bazıları, bölünmeye yol açacağı gerekçesiyle “federalizm”e karşı çıkıyor.

Belki de öyledir!

Ama bu, bazı kabile temelli toplumlarda doğru olabilir; ancak bunu benimseyen İsviçre'den Belçika, Hidistan ve Brezilya'ya kadar dünyadaki çoğu ülkede başarılı olmuştur.

Peki ya idari ademi merkeziyetçilik?

Doğu Akdeniz için “idari ademi merkeziyetçilik” modeli, Lübnan’da 1989’da imzalanan “Taif Anlaşması” ile ortaya konan modeldir. Ancak Şam rejimi, belki de başarısından korktuğu için, anlaşmayı uygulamaktan kaçındı!

Kanaatimce, Doğu Akdeniz'deki hiçbir ülkenin sorunlarına, tüm vatandaşların aynı hak, görev ve vatandaşlık temellerinden yararlandığı tek, egemen ve bağımsız bir devlet içinde idari ademi merkeziyetçilik dışında siyasi bir çözüm yoktur.

Vatandaşlar adalet ve güven duygusunu hissettiklerinde sadakatleri güçlenecek, baskı ve dış güçlere dayanan karşı baskı kabusu asla bitmeyecektir.