Bu satırları yazmamın sebebi, para ve özel mülkiyete ilişkin, kültürel yapımızın özünde var olan, bizi para kazanmak için mücadeleye iten ama aynı zamanda bunu yapanları (elbette başkalarını) paraya tapmakla, dünyayı ve güzelliklerini arzulamakla suçlayan çelişkili bir anlayış hakkında akademisyen bir meslektaşımla yaptığım tartışmadır.
Kültürel edebiyatımız, her zaman veya sıklıkla paraya sahip olmakla somutlaştırılan dünyanın kınanmasıyla doludur. Gerçek şu ki eski edebiyat, fakirliği kınayıp zenginliği övmekten de geri kalmadı ama bu hep bir istisnaydı. Genel kural ise paraya ve genel olarak dünyaya karşı olumsuz bir görüşe sahiptir.
Tarihsel/kültürel bellek iki karşıt değer sağladığında, bunlar aynı olay ve zamanda işleyebilir, insan zihni ise o anın çevresinde hâkim olan beklentilere uygun olan değeri seçecektir. Bu durum, para sahibi ile onu isteyen ve onun için çabalayanlara dair değerlendirmede açıkça görülmektedir. Biri etrafındaki insanlar onu istediği için övülür, diğerinin ise dinleyiciler ondan nefret ettiği için dürüstlüğü sorgulanır. Belirli bir zaman veya mekandaki genel durum da yermeye veya tam aksine övmeye teşvik edici olabilir. Ama genel olarak şunu söyleyebiliriz ki, toplumun büyük çoğunluğu zenginler ile yakınlaşma ve onların hoşnutluğunu kazanma arzusunu gizlemez. Aynı zamanda onlara karşı nefret, paralarının kaynaklarına dair şüphe, hatta aksi ispat edilmediği sürece onları hırsız olarak görme eğilimi de vardır. İmam Ali bin Ebu Talib'e atfedilen “Hiçbir yoksul aç kalmaz ki bir zengin onun hakkını vermiş olsun” sözü gibi bu eğilimi destekleyen anlatılar ve rivayetler yayılır.
Bana öyle geliyor ki bu ikiliğin derin kökü, bozulma ve zayıflığın insanın temel doğası olduğu ilkesiyle bağlantılıdır. Yani insan yönlendirilmez ve denetimsiz kalırsa yolsuzluklara ve kötülüklere yönelecektir. Dolayısıyla eğitim müfredatları, dini vaazlar ve ahlaki rehberlik kültürü, insanlarda yolsuzluk ve bozulmanın kapasitesini artırabilecek araçları, özellikle de parayı kınamaya odaklanmıştır. Miras alınan zihinsel imgenin, parayı refah, maddi ve manevi ilerleme için bir gereklilik olarak değil, “dünyanın kiri” olarak gördüğünü biliyoruz. Örneğin, onu ahiretin doğal zıddı olan dünyevi bir sunu olarak tanımlamak, servet sahibi olmayı tekelleşmeye, kibirlenmeye ve Yaratıcının emrine karşı gelmeye bağlamak gibi, bu anlamı farklı şekillerde teyit eden onlarca metin bulunuyor.
Şaşırtıcı olan, Kuran'da paranın kınanmasıyla ilgili olarak zikredilen hususların çoğunun genel olarak bu dünyayla ve özellikle de çocuklarla ilgili olmasıdır. Örneğin şu ayet gibi: “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır” (Teğabun 15).
Ancak nedense kültürel miras, parayı değersizleştirmeye odaklanırken, konu çocuklara geldiğinde tam tersi bir yol izlemiş ve çocuklar övünme ve gurur kaynağı haline gelmiştir. Buna bağlı olarak neslin çoğalmasını isteyen rivayetler ön plana çıkarılmıştır.
Belirli bir zaman, yer veya yerel gelenekle sınırlandırılmasını engelleyen dini imaların gölgesinde bu yönlendirmenin, Arap ve Müslüman kamuoyunun derin zihniyetinde paraya karşı şüpheci bir tutum oluşmasına katkıda bulunmuş olması mümkün. Bu tutum paranın temsil ettiği kişilere, yani zenginlere ve zenginlik peşinde koşanlara, bankalar gibi para alanında faaliyet gösteren kurumlara ve hatta paranın herhangi bir sembolüne neredeyse hemen yansımaktadır. Yakın Arap tarihinde, özellikle son yüzyılda tekrarlanan mal varlığına el koyma hadiselerinin, çeşitli gerekçeler ve biçimler altında gizlense bile, bu zihniyetin güçlü bir etkiye sahip olduğunu gösterdiğini söylersem abartmış olmam.
Alman sosyolog Max Weber de özellikle Katolik literatüründe yaygın olan benzer bir tabloyu ortaya koymuştu. Dini metinlerin çoğunlukla insanlara günahlarını hatırlatmaya ve onları ahiret korku ve kaygısıyla doldurmaya odaklandığını söylemişti. Kendisine veya kültürü yorumlayanlara, kendisini helake sürükleyecek sebebin ne olduğunu sorduğunda kültürün ona paraya ve dünyanın süslerine aldanması olduğunu söylediğini belirtmişti.