İsrail ile İran arasında on iki gün süren savaşla ilgili genel bilgiler, savaşa dahil olanlar ve destekçileri tarafından biliniyor. Savaşın gidişatının ayrıntılarına girmeye gerek yok, ancak halen karanlıkta kalan birçok sır var; bunların bazıları yakında öğrenilebilir, bazıları ise asla öğrenilemeyebilir.
İsrail tarafı kazandığına inanıyor ve zaferi kutluyor, İran tarafı da kazandığına inanıyor ve zaferi kutluyor.
Öte yandan, her iki tarafın da maddi ve manevi kazanç ve kayıplarını objektif olarak hesaplamak için henüz çok erken. Sosyal medyada savaşın özellikle de son günlerine alaycı bir bakış açısıyla yaklaşan analizlerin çokluğu dikkat çekici. Bu eğilimi, bu olumsuz tutumu, konuya güvensizlik ya da olayları mantıklı bir şekilde yorumlayamama ve bu ölümcül çatışmanın sonuna eşlik eden kafa karışıklığı açısından bakmadıkça fark etmek zor.
Şimdi en ciddi sorular şunlar: Bu tam bir ateşkes mi yoksa geçici bir ateşkes mi? Bazı açıklamalardan bunun geçici bir ateşkes olduğu anlaşılıyor ve o zaman en önemli soru şu: Ateşkesi müzakere etmenin bir yolunu bulacak mıyız? Bu savaşı tetikleyen temel meseleler, yani nükleer üçlü, balistik silahlar ve komşuluk bölgesine müdahale konularında müzakere etmenin bir yolunu bulabilecek miyiz? Bu yazı yazıldığı sırada, kalıcı bir çözüme ulaşmak için müzakerelere başlamanın bir yolu varmış gibi görünmüyor.
Çatışmaya giren iki taraf birbirinin gücünü test etti. İsrail tüm hedeflerine ulaşamadı ve ilk kez topraklarına ağır füzeler düştüğünü gördü. İran'da da ilk kez, rejimin saflarına nüfuz etmiş gibi görünen bu miktarda ateş gücü ve istihbaratı test edildi!
Ayrıca ilk kez bir vekalet savaşı gerçek bir savaşa dönüştü ve böylece artık taraflardan herhangi biri için manevra alanı kalmadı! Eşyanın tabiatı gereği bir süre sonra her iki ülkede de soru işaretleri olacağı kesin ve her birinin içinde yaşananların yansımalarının nasıl bir seyir izleyeceğini kestirmek zor.
Elbette, son dönemde belirginleşen, Gazze Şeridi'ndeki etnik temizliği kınayan ve dünyanın acı bir deneyimden sonra Ortadoğu'daki en önemli meseleyi, Filistin meselesini çözmesini talep eden bir uluslararası tutum var.
Diğerinin üstesinden gelebilecek aşırı güç yanılsamaları yıkıldı, yaralar açıldı. Ancak bunlar, her iki tarafın da diğerine karşı ihtiyaç duyduğu farkı ortaya koyamadı.
Ortadoğu'daki en büyük meselenin sonuçlandırılması için Washington'da şu ana kadar ulaşılamamış gibi görünen bir inanç gerekiyor. Bu inanca, bölgede barışın temellerini atmak için öncelikle Amerikalı, ikinci olarak da Avrupalı bir siyasi irade eşlik etmeli.
Son on iki günde yaşananların, esasen İsrail ile İran arasındaki bir savaş olduğu doğru. Ancak daha geniş resim, İsrail-İran denkleminin iki tarafından daha büyük bir güçler çatışması olan küresel bir çatışma olduğunu gösteriyor. Bu çatışmanın bir tarafı (pozisyonlarında farklılıklar olsa da) ABD ve Avrupa Birliği (AB) ve diğer tarafı ise (pozisyonlarında farklılıklar olsa da) Çin ve Rusya.
Bu iki büyük gücün çıkarları var, ancak güçlerinin büyüklüğü sıcak çatışmaya girmelerini engelliyor. Bu nedenle vekil güçlere ihtiyaç duyuyorlar, bu vekil güçlerin de bölgelerinde gerçek veya hayali projeleri var.
ABD ve Çin arasındaki çatışma, önceki yıllarda Sovyetler Birliği ile ABD arasında olduğu gibi geleneksel bir çatışma değil; bir gücün diğerinden daha iyi performans göstermesi gereken teknolojik ilerleme üzerine bir çatışma.
Doğrudan çatışma mümkün olmadığı sürece, bir vekalet çatışması patlak verebilir. Büyük tarafların savaşanlara siyasi ya da maddi destek sağladığı bir sır değil ve bu taraflar arasındaki temel sorunlar çözüldüğünde, kendilerini bağımsız sanan vekillerin çatışması da çözülebilir.
Sahnede başka detaylar da mevcut. Sosyal medyadaki ‘kargalar’, Körfez ülkelerine felaket tellallığı yapmaya başladılar; 23 Haziran gecesi bazıları ‘Körfez ülkelerinin üzerine füze yağdığını’ haykırdı! Bu durum, 1990 yılında Kuveyt işgal edildiğinde boğazları kuruyan aynı ‘kargaları’ anımsatıyor.
Bu durum, söz konusu ülkelerde güvenliği yok etmeye yönelik köklü bir arzuya işaret ediyor. Bu, ‘bazı Arap ülkeleri mahvolduysa diğerleri neden mahvolmasın’ şeklinde bir hüsnükuruntu olduğu anlamına geliyor. Bu patolojik bir algıdır; bunu geçmişte yaşadık ve son krizde de tekrar gördük.
Körfez ülkeleri çoğunlukla post-modern olarak adlandırılabilecek döneme girdiler ve birçok olumlu beklentiye sahip bir kalkınma modeli sundular. Yeni Suriye, Ürdün, Mısır ve hatta Irak olsun, köprüleri güçlendirmek ve diğer ülkeleri bu modele çekmek için siyasi ve ekonomik adımlar attılar. Bu modeli sürdürmek, bağları güçlendirmeye ve küçük şeyleri aşmaya dayalı organize bir eylem gerektiriyor.
Dersler ve önlemler almak, daha sağlam ve net bir koordinasyon ekseninden bahsetmek gerekiyor. Bölge halen hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmalarla dolu. Mezheplerin ve dinlerin militarizasyonu, nüfuz mücadelesi gibi bir süre daha bizimle olacak. Bu nedenle Körfez ülkelerinin askeri, ekonomik ve jeopolitik koordinasyonda öz güvenle daha ileri gitmeleri, sönükleşen bu ölümcül çatışmalardan uzak durmak için zorunludur. Ancak bu sönüklük muhtemelen geçici olacak; zira ateş halen küllerin altında.
Son söz olarak, ABD'nin krizdeki siyasi tutumu dikkat çekiyor; tarafların birbirlerini test etmelerine izin verdi ve her iki tarafı da yorduktan sonra imdada yetişti!