Modern Arap devletinden bahsedilirken, ebedi görünen bir soru tekrarlanır: Gerçek kurumlar mı inşa ediyoruz, yoksa sadece devlet hakkında bir hikâye mi yazıyoruz? Gerçek bir siyasi varlığın içinde mi, yoksa devlet hakkında ekranlarda yayınlanan ve tutarlı bir hikâye olarak tanıtılan bir anlatının içinde mi yaşıyoruz?
Bu soru yeni değil. Onlarca yıldır Arap düşünürler ve gazeteciler şunu sordular: Devleti inşa ederken nerede hata yaptık? Ve bunu nasıl düzeltebiliriz? Ancak bugün bu yazıda yaklaşımım farklı olacak; dil ve iktidar, devlet hakkında söylenenler ile devlet içinde başarılanlar arasındaki ilişkiye odaklanan bir kavramı gündeme getiriyorum. Ben bu kavrama anlatı devleti diyorum.
Anlatı devleti yeni bir icat değil, siyasi teorilerdeki bilindik kavramların yoğunlaştırılmış halidir. Benedict Anderson, “Hayali Cemaatler” adlı eserinde, ulusların yalnızca kurumlar aracılığıyla değil, aynı zamanda basım ve dağıtım devrimleri sayesinde kolektif tahayyül yoluyla da inşa edildiğini belirtir. Lyotard'dan, Foucault ve Baudrillard'a kadar postmodern düşünürler, devletin söylem yoluyla içselleştirildiğini ve bazen imgenin gerçekliğin önüne geçebileceğini savunmuşlardır.
Bu, devletin genellikle yaşanmış gerçeklikte hissedildiğinden ziyade medyada görünür olduğu Arap dünyasında açıkça görülmektedir. Örneğin Lübnan'da, ülke hakkında İsviçre’yi andırır bir televizyon anlatısı üretilir, ancak idari ve siyasi gerçeklik, parçalanma anlarında Yemen'i andırır.
Öte yandan, Mısır ve Irak gibi ülkelerde bir ilgisizlik modeli vardır. Bunlar tarih ve coğrafyada gerçek ülkelerdir, ancak siyasi hayal gücü eksikliğinden muzdariptirler. Altyapı ve büyük projelere harcamalar yapılır, ancak bunlar memnuniyete dönüşmez. Burada devlet, medyada gürültülü bir anlatı üretir, ancak vatandaşlarda yankı bulmayan sessiz bir dille yönetilir.
Bu iki model arasında Suudi Arabistan yer alıyor. Önemli demografik ve coğrafi ağırlığa ve ilk Suudi Arabistan devletinden üçüncüsüne kadar uzun siyasi tarihe sahip bir ülke. Bu derinlikten yola çıkarak, 2030 Vizyon’u hem bir anlatı hem de bir dönüşüm projesi olarak başlatıldı. Krallık, sosyal ve ekonomik modernleşmeyi, performans göstergelerinin yakından izlenmesi ve dönüşümün zorlukları ile ilgili farkındalıkla birleştirerek, anlatı modelinin naifliğinden ve ilgisizlik modelinin gevşekliğinden kaçınmaya çalışıyor.
Devlet anlatısı fikri bizi daha temel bir soruya geri götürüyor: Onu hangi temele göre inşa ediyoruz? İmge yeterli değil. Siyasi meşruiyet, ne kadar maliyetli olursa olsun, görsel bir kimlikle değiştirilemez. Devlet ne görsel bir gösteri ne de bir markadır. Vatandaş ile kurumları arasında güven, hesap verebilirlik ve şeffaflıkla somutlaşan kalıcı bir ilişkidir.
Machiavelli'den Hobbes'a kadar siyasi klasiklerde devlet, şiddet üzerinde tekel kurmuş ve düzeni sağlamıştır. Ancak günümüz dünyasında tekel yeterli değil; ikna edici ve kapsayıcı bir anlatı gerekiyor. Ancak anlatı da tek başına yeterli değil ve şu temellere dayanmalı; korkuya değil, güvene dayalı meşruiyet, geri dönüştürmeye değil, yenilemeye muktedir siyasi elitler, dışarıdan ithal edilmeyen, gerçeklikten kaynaklanan bir siyasi tahayyül; eğitim, sağlık ve eşit fırsatlar şeklinde aktarılan adil bir onur temeli.
Anlatı devletinin tehlikesi, hikâyenin eksiklikleri gizleyen bir maskeye dönüşmesinde yatar. Devlet, politika yapıcılar yerine yönetmenler tarafından yönetilen bir yapım projesine dönüştüğünde, kökeni olmayan bir imgede yaşarız. Sonra, anlatıya harcama yapmak eyleme harcama yapmaktan daha önemli hale gelir ve kurumlar körelirken medya büyür. Sonuç ise ekranlarda parlayan ama gerçekte sessiz bir devlettir.
Ted Robert Gurr klasik “İnsanlar Neden İsyan Eder” kitabında buna karşı, anlatı ile performans arasındaki bu uçuruma karşı uyarır. Devrimler yalnızca yoksulluktan değil, beklentiler ile gerçeklik, devletin propagandasını yaptıkları ile insanların sıradan yaşamlarında hissettikleri arasındaki uçurumdan kaynaklanır.
Modern devletin etkili olması için bir anlatı devleti olması yeterli değildir; bir başarı ve performans devleti olması gerekir. Bir hikâye anlatmak yeterli değildir; onu halkla birlikte yazmak gerekir, halk hakkında yazmak değil. Hikâyesine hayran olan bir devlet, bir gün kendisini yüzü kırık bir aynaya yapışmış ve anlatı kanserine yakalanmış halde bulabilir.