Dünya, günlük yaşamın ayrıntılarında ve genişleyen çatışmaların haritasında açıkça hissedilen bir çalkantı ve endişe dönemi yaşıyor. BM Genel Sekreteri António Guterres tarafından bu hafta yayınlanan bir rapora göre dünya 1946'dan bu yana en yüksek sayıda çatışmaya tanık oluyor. Bu durum, uluslararası barış ve güvenlik ile milyonlarca insanın hayatı üzerinde ciddi etkilere sahip.
Rapor, uluslararası toplumu kadınları korumak, barış ve güvenlik çalışmalarına tam katılımlarını sağlamakla yükümlü kılan 1325 sayılı Güvenlik Konseyi kararının 25. yıldönümü kapsamında yayınlandığı için çağdaş savaşların en korkunç sonuçlarından birine de dikkat çekti: Savaşın trajik ve kasıtlı bir yönü olarak çatışma bölgelerinde kadınlara yönelik şiddet.
Rapor, bugün yaklaşık 676 milyon kadın ve kız çocuğunun ölümcül çatışma bölgelerinde veya bu bölgelere 50 kilometre mesafede yaşadığına, bunun 1990'lardan bu yana en yüksek seviye olduğuna işaret ediyor. Kadın ve çocuklar arasındaki sivil kayıplar son iki yılda dört katına çıkarken, çatışma kaynaklı cinsel şiddet sadece iki yılda yüzde 87 arttı. Bu da tecavüz ve cinsel şiddetin artık savaşın yalnızca bir yan etkisi değil, kasıtlı aracı olduğunun açık bir göstergesi.
2023 yılında, çatışma bölgelerinde belgelenen cinsel şiddet vakaları 2022'ye kıyasla yüzde 50 arttı ve kadınlar ile genç kızlara yönelik 3 bin 688 doğrulanmış vaka kaydedildi. 2024 yılında ise durum yüzde 25'lik bir artışla daha da kötüleşti. Bu rakamlar sadece istatistik değil; savaşların artık kadınların bedenlerine karşı yürütüldüğü bir dünyada ahlaki ve insani sistemin çöküşünü ifade eden boğuk bir çığlık.
Modern tarihinin en şiddetli ve kanlı savaşının gölgesinde Sudan'ın adı elbette bu karanlık listede eksik değildi. Uluslararası ve yerel raporlar, Hızlı Destek Kuvvetleri'nin (HDK) çeşitli bölgelerde tecavüz ve cinsel kölelik uyguladığına dair açık suçlamalarla, kadınlara yönelik yaygın ihlalleri belgelemiştir. Uluslararası Af Örgütü, bu güçlerin kadınlar ve erken çocukluk çağındaki kız çocukları da dahil olmak üzere sistematik bireysel ve toplu tecavüzlerde bulunduğuna dikkat çekiyor. UNICEF, 16'sı beş yaşın altında ve dört tanesi bir yaşında olmak üzere 221 belgelenmiş çocuk tecavüz vakası bildiriyor. Hangi insani aşağılık böylesi bir sadizm ve barbarlığı haklı çıkarabilir?
Tüm raporlar, belgelenenlerin felaketin boyutunun yalnızca küçük bir kısmını yansıttığı konusunda hemfikir. Vakaların çoğu, intikam veya toplumsal olarak damgalanma korkusu, altyapının tahrip olması ve güvenliğin olmayışı nedeniyle uzman sağlık merkezlerine erişim zor olduğundan gizli kalıyor. Bu zorunlu karartma, mağdurları adalet ve tedaviden mahrum bırakıyor, failleri cezalandırılmaktan kurtararak insanlığa karşı daha da ağır bir suç oluşturuyor.
BM Genel Sekreteri António Guterres'in raporu tanımlamanın da ötesine geçerek, acı verici bir paradoksu vurguluyor; kadınlar savaşlarda rekor sayılarda öldürülüyor, ancak barışı sağlama masalarından dışlanıyorlar. Örneğin, 2024 yılında dünya genelindeki 10 barış sürecinden 9'unda kadınların hiçbir katılımı yoktu. Kadınlar, müzakerecilerin yalnızca yüzde 7'sini, arabulucuların ise yüzde 14'ünü oluşturuyordu. Çalışmalar, kadınların katılımının barış anlaşmalarının başarıya ulaşma ve sürdürülebilirlik şansını artırdığını doğrulasa da siyasi gerçeklik, kadınların en ağır bedeli ödediği savaşları bitirme çabalarında bile toplumun yarısını dışlamaya devam ediyor.
Raporun çizdiği kasvetli tablo, birçok düzeyde acil eylem çağrısında bulunuyor:
İlk olarak, şiddet mağdurlarına yönelik sağlık ve psikolojik bakım programları genişletilmeli, yerinden edilmiş ve mülteci bölgelerinde onlar için güvenli ortamlar sağlanarak insani yardım güçlendirilmeli.
İkinci olarak, bu suçları işleyen veya işlenmesini emreden herkesten ulusal ve uluslararası adalet mekanizmaları aracılığıyla hesap sorulması sağlanmalı. Cezasızlık, bu uygulamaların korkusuzca tekrarlanmasını sağlıyor.
Üçüncü olarak, kadınların barış süreçlerine katılımının istisna değil, kural haline gelmesinin zamanı geldi. Kadınları dışlamak, kırılgan ve geçici bir barış yaratır, çünkü kadınlar şiddet eğiliminden ve acımasız güç dilinden uzak, barışa farklı bir boyut ve insani bakış açısı katarlar.
Savaşta kadınlara yönelik şiddet yalnızca bireysel trajedi değil, aynı zamanda insan vicdanına ve barış fikrine karşı işlenmiş bir suçtur. Bugün Sudan, bu ahlaki çöküşün çarpıcı bir örneğini temsil ediyor, ancak aynı zamanda bize bu tür suçlarla mücadelede hiçbir eylemde bulunmamanın, her çatışmayı, belki de daha da vahşice tekrarlanmaya müsait, saatli bir bombaya dönüştürdüğünü hatırlatıyor.
Savaş adına bedene tecavüz edildiğinde, tüm bir ulusun geleceğine de tecavüz edilmiş olur. Dolayısıyla, savaş zamanlarında kadınları korumak yalnızca bir “insan hakları” meselesi değil, aynı zamanda insanlığımızı ölçen bir ölçüttür.