Bazı kitaplar şok edici bir etkiye sahiptir ve entelektüel aktivizmi insanların daha önce alışkın olduğundan farklı hedeflere yönlendirir. John Rawls'ın “Bir Adalet Teorisi” adlı kitabının böyle bir kitap olduğuna inanıyorum, zira siyaset felsefesinde günümüze kadar devam eden bir tartışma dalgası başlattı. Araştırmacıların bilimsel atıflarını toplayan bir depo olan Google Akademik, ciddi kitap ve makalelerde bu kitaba 100 binden fazla atıf yapıldığını, ayrıca temel olarak Rawls'ın adalet kuramına odaklanan yüzlerce kitap ve makale bulunduğunu belirtiyor. Muhtemelen bu yüzden en sert eleştirmeni olan Amerikalı filozof Robert Nozick, adalet üzerine herhangi bir yazının Rawls ile başlaması veya onunla bitmesi ya da onun etrafında dönmesi gerektiğini söylemiştir. John Rawls'a tamamen karşıt bir görüş benimseyebilirsiniz, ancak siyaset felsefesi alanındaki etkisini görmezden gelemezsiniz.
Rawls'un teorisinin yaygın etkisinin, önceki teorilerin aksine kendisini ahlaki idealizmle sınırlamak yerine, mevcut siyasi ortam içinde pratik uygulama için tasarlanmış olmasından kaynaklandığına inanıyorum.
Siyasi bir teori olduğu için Rawls, uygulamalarını yerel bir bağlamla veya “düzenli bir siyasi toplum” olarak adlandırdığı şeyle sınırladı ve uluslararası ekonomik faaliyetleri amaçlamadı. Bu eksikliği gidermek için de Rawls, “Halkların Hukuku” adlı kitabını yayınladı, fakat beklendiği kadar beğeni alamadı ve bana göre bunun nedeni, ilk kitabını karakterize eden dağıtım adaleti boyutunu göz ardı etmesiydi. Dağıtım adaleti, eşitliği toplumsal düzenin ve bireyler arasındaki ilişkilerin temeli haline getirmenin en etkili yoludur.
Rawls, dağıtım adaleti ve daha sonra küresel ölçekte adil dağıtım görüşünü sunduğunda, bilhassa farklı kaynaklara sahip toplumlar arasında servetin adil dağılımı için bir model olarak, ülkeler arası göç önemli bir konu değildi. Aslında bu kavram, 20. yüzyılın sonuna kadar merkezi bir öneme de sahip değildi. Bu nedenle, işgücü göçü sorunu öncelikle insan hakları perspektifinden ele alındı.
Geçen hafta açıkladığım gibi, özellikle doğurganlık oranlarının düşmesi nedeniyle sanayileşmiş ülkelerdeki işgücü açığının büyümesi ile birlikte, yoğun nüfuslu ülkelerden göç, her türlü ekonomik planın önemli bir unsuru haline geldi. Burada, düzensiz göçün, özellikle de 2010 yılından itibaren Akdeniz üzerinden tanık olduğumuz yasadışı göçün, meselenin ekonomik boyutunu örterek kendisine uzun bir gölge düşürdüğüne işaret etmeliyiz. Aynı şekilde göçmenlerin göç etmeyi amaçladığı Avrupa toplumlarının güvenlik ve etik alanında karşı karşıya olduğu meydan okumaları öne çıkardığını da belirtmeliyiz. Göçmenlerin bu toplumlarda siyasi bir tartışma konusu haline gelmelerinin nedeni de muhtemelen budur.
Yine de dünyanın, özellikle ülkeler arasındaki işgücü hareketliliğinin, servete sahip olanlar ile olmayanlar arasında bir servet dağılımı biçimi olarak ele alınmasına, sorunun kapsamlı bir şekilde incelenmesine ihtiyacı vardır. Ayrıca, buradaki servetin parayla sınırlı olmadığının da vurgulanması gerekir. İster vasıflı ister vasıfsız olsun, işgücü de ihtiyaç duyan ülkelerdeki ekonomik değeri göz önüne alındığında, bir servet biçimidir.
Göçmen işgücü olmadan toplumlar, potansiyel serveti gerçek servete dönüştüremezdi. Nitekim, ekonomi sürekli olarak modernize edilmez ve kaynakları, özellikle de genç işgücü güçlendirilmezse, gerçek servet kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Yoksul ülkelerin ihraç ettiği işgücü, zengin ülkelerde servet, ilerleme ve refah yaratmanın vazgeçilmez bir aracıdır. Bu nedenle, dağıtım sürecinin bir parçasıdır ve taşınması, küresel ölçekte dağıtım adaletinin pratik bir uygulamasıdır.
Bu, ekonomistlerin göçü, güvenlik ve hak temelli bakış açılarıyla sınırlamak yerine, ekonomik büyüme sürecinin ve toplumlar arasında ihtiyaç ve fırsatların karşılıklı dağılımının bir parçası olarak değerlendirmeleri yönünde bir çağrıdır. Güvenlik ve haklar gerekli olsa da temel meseleyi, yani küresel büyümenin devamı için göçün gerekliliğini gölgeleyebilirler.