Mustafa Fahs
TT

İki tarih arasında Irak

11 Eylül 2001’den 7 Ekim 2023’e uzanan yirmi iki yıl boyunca Irak, hem sabit hem de değişken bir ülke oldu; jeopolitik konumunun önemi açısından sabit, siyasetin niteliği bakımından ise değişken. İlk dönemde, yani 11 Eylül sonrasında Irak, bölgesel siyasetin uluslararasılaştırıldığı bir sahneye dönüştü. İkinci dönemde ise, 7 Ekim’le birlikte, bu kez uluslararası siyasetin bölgeselleştirildiği bir sürecin parçası hâline geldi.

İlk tabloda Washington, küresel etkileri olan bir terör eylemine verdiği cezalandırıcı tepkiyle, bölgesel meselelerde doğrudan ve tek uluslararası aktör olarak sahneye çıktı. Bu yaklaşımda, sorunun çözümünün bir yönünün de bölgesel olduğu varsayılıyordu. Bu çerçevede Saddam Hüseyin rejimi devrildi; onunla birlikte, coğrafyaya dokunulmaksızın, iktidarı ve yönetim biçimini şekillendirmiş yüz yıllık Osmanlı mirası da tasfiye edildi.

İkinci tabloda ise Tel Aviv, Aksa Tufanı Operasyonu’nu varoluşsal bir mücadeleye, hatta kendi deyimiyle ikinci bir bağımsızlık savaşına dönüştürmeyi başardığında, şu anlatıyı öne sürdü: Verilen tepki, birikmiş politikaların sonucu değil, doğrudan maruz kalındığı iddia edilen saldırının kaçınılmaz karşılığıydı. Bu söylemle İsrail, Filistin meselesinin niteliğini de dönüştürmeye çalıştı; onu uluslararası bir dava olmaktan çıkarıp, yalnızca kendisinin yönettiği bölgesel bir soruna indirgemeyi hedefledi. Böylece, uluslararası siyaseti etkileyebilecek kapasiteye sahip bir bölgesel askerî güç olarak kendini konumlandırmaya yöneldi.

İsrail’in küstah tutumu karşısında Irak, bölgede yeniden jeopolitiğin merkez eksenlerinden biri hâline geliyor. Ancak bu, Tel Aviv’in bölgedeki tüm etkili ülkeler tarafından reddedilen yaklaşımından kaynaklanmıyor. Aksine söz konusu ülkeler, Irak’ı yeni bir uluslararası-bölgesel çatışma alanına dönüşmekten uzak tutmaya çalışıyor ve 7 Ekim’in dayattığı değişkenlere uyum sağlamaya itiyor. Bu değişkenler, 11 Eylül’ün sonuçlarından biri olan İran merkezli bölgesel yaklaşımı da sarsmış, hatta genişleme kapasitesini durdurmuş durumda. Bu tablo, genel olarak Irak’ın iç siyasetine, özel olarak ise devleti yöneten ve iktidarı elinde bulunduran en büyük demografik kitle olan Şii topluma yansıyor. Devlet belirsizlik içinde olduğu için, iktidarın sorumluluğu yalnızca Şii siyasi aktörlere ait değil. Ancak mevcut siyasi hattı düzeltme yükümlülüğü, diğer toplumsal gruplara kıyasla en fazla onların omuzlarında bulunuyor.

Bugün Şii siyasi aktörler, birbiriyle bağlantılı ve eşzamanlı iç ve dış sınamalarla karşı karşıya. İktidarı korumayı başardılar, ancak bir devlet projesi üretmekte başarısız oldular. Kendi özel projesi ise -ideolojik ve silahlı boyutlarıyla- varoluşsal bir eşikte duruyor. Devletin kontrolü dışındaki silahların etkisiz olduğu kanıtlandı ve devlet sınırları dışındaki silahlar devletin kendisi için bir tehdit haline geldi. Bu nedenle Irak, devlet ile iktidar arasındaki ikiliği ve iktidar ile silah arasındaki bağı, tek bir ideolojik çerçeve olarak ele almaktan vazgeçmek ve bu bağları çözmek zorunda.

Devlet ve iktidar meselesine gelince, bölgesel ve uluslararası koşullar artık alışılmış yöntemlerden uzak, farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Irak’taki sorun, ulusal ve Şii boyutları iç içe geçmiş karmaşık bir meseledir; iktidarı ve devlet otoritesini elinde bulunduran Şii çoğunluğun, sadece ‘cesurların diyaloğuna’ girmesi değil, aynı zamanda ‘cesurların tavizlerini’ de vermesi gerekmektedir. Bu fedakârlık, her şeyden önce başbakanın seçimiyle başlamalı. Aranan isim, bir lider olmalı; ne bir sembolik figür ne de sıradan bir bürokrat. Hükümeti ve bakanları, iktidarın dayatmalarına boyun eğerek değil, devletin gerçek koşullarını gözeterek yönetebilmeli. Özellikle siyasi ve mali yükümlülükler, doğru ve bilimsel biçimde ele alınmadığı takdirde herkesi sürükleyebilecek ciddi risklere işaret ediyor.

Bu çerçevede, 2003 sonrası kurulan sistem güvenlik valflerini birer birer kaybediyor. Tahran geri çekiliyor, Washington’un yaklaşımı değişmiş durumda, Tel Aviv küstahlığını sürdürüyor, Necef ise mesafesini koruyor. Bu denklemde yapılacak en küçük bir hesap hatası, ya 11 Eylül sonrası şekillenen bölgesel düzenin kalanını da yıkacak ya da onun temel gerçekliklerini kökten değiştirecek sonuçlar doğuracak.