Fuad Matar
Lübnanlı gazeteci, araştırmacı yazar.
TT

Abdullah el-Muhaysin ve Lübnanlı ikizi

Aydınlanmada, kültürel ve sanatsal sinema alanında ikizlerin olması belki nadir görülen bir rastlantıdır. Elbette burada yaş yönünden bir ikiz olma durumundan bahsetmiyoruz. Bilakis ulusal eğilim açısından, ülke içindeki acıları ve vicdanlardaki yaraları yansıtma gibi zorlu bir maceraya girişmiş olmaları bakımından bir ikizlikten bahsediyoruz. Koşullar benden, çeyrek asırdır her ikisinin de arkadaşı olmamı istedi. Birisi vefat etti, diğeri ise halen aramızda. Bereketli ve uzun bir ömür sürmesini temenni ederim.
Bahsi geçen ikizlerden biri, 23 Ocak 2019 Çarşamba günü 92 yaşında vefat eden Lübnanlı yönetmen George Nasr, diğeri de okyanustan Körfez’e uzanan bölgede gerçek hayattaki hayallerini Suudi parlaklığı listesinde yeni eserlere dönüştüren ve bu konuda üstün gayretler sarf eden Suudi yönetmen Abdullah el-Muhaysin’dir. Özellikle bu ümmetin devletlerinde yöneticilik yapanların genel resmini yansıtması bakımından "Şehir Suikastı" ve "Şok" filmleri gerçekten iki muhteşem eserdir. Bu eserler ayrıca ülkenin ve insanların kaderleri üzerinde oynanan oyunlardan dolayı acı çekmiş halkların genel resmini yansıtır.
 George Nasr, onlarca Lübnanlı film yönetmeni gibi televizyon ve sinema alanında birçok çalışma ortaya koydu. Adeta muhteşem Hollywood filmlerine başkentlik yapan Los Angeles'taki California Üniversitesi'nde okudu. Deneyim kazanabileceği çalışmaların içerisinde yer aldı ve bu alanda ciddi bir özgüven kazandı. Fransız esintili Lübnan’dan geldiği için Hollywood tecrübesini İngiliz ve İtalyan sinemasından etkilenen Fransız sineması ile harmanlaması gerekiyordu.
Edinmiş olduğu teknik bilgilere dayalı olarak tecrübelerini sinema dünyasına yansıtmak istedi. Ancak filmlerini finanse edecek bir kaynak bulamadı. Maddi olarak zengin birisinden kendi toplumsal ve ulusal meselesini ele alan bir filmi finanse etmesini istediğinde aldığı cevap onu son derece üzmüştü. Zira bu kişi insanların genellikle eğlenceli filmleri tercih ettiğini, dolayısıyla böyle bir yatırımın büyük bir maddi kayba neden olacağını ifade etmişti. Ancak ilk filminin belleklerde kazınmış olması konusunda ısrar etti. İlkel yöntemler kullanarak bir film ortaya koydu. Film gösterime girdiğinde senaryosu seyircileri ağlatmıştı.
“Nereye” filmi, Lübnanlı bireylerin Kuzey Amerika ve Güney Amerika’ya yaptıkları göçü ve sonrasında yaşanan trajedileri ele alıyordu. George Nasr’ın ısrarla işlediği konular sanki gelecekte yaşanacak olayların birer prototipi gibiydi. Bunlardan en önemlisi, Afrika ülkelerine yönelik, Lübnanlılarla sınırlı olmayan göç yoğunluğudur. Arap ve Afrika dünyasında yaşanan savaşlar nedeniyle günümüzde bu göç dalgalarının sayıları artmaktadır.
George Nasr'ın “Nereye” filmi Lübnan yöneticilerinin vurdumduymazlığını haykırıyordu. Elbette bunun anlamı boş bir vadide çığlık atmak değildi. Belli bir gerçekliğe dayanıyordu. Bu haykırışın içeriği, devlet işleri ve genel olarak ülkenin yönetimindeki beceriksizlikti. Zira tedbir alınmadığı takdirde, belki de gün gelecek göç edenlerin sayısı Lübnan’da kalan insanların sayısına eşit olacak.
Üniversiteden yeni mezun olan genç nesiller soluğu göçmenlik başvuru formunu almak için konsolosluklarda almaya başlarsa, Lübnan yaşlı insanlar ülkesi olacak demektir. Lübnan'daki yerinden edilmiş olan ve "yerleşimci" mültecilerin sayısı da yerel nüfusa yakın olabilir. Yerinden edilmiş ve "yerleşimci" mültecilerin her biri birer kimlik belgesi ve pasaport aldığında bu varsayım gerçeklik kazanacak demektir. Göç ile ilgili “nereye” sorusu, George Nasr’ın filminde olduğu gibi bir vatan için de kader meselesidir.
George Nasr henüz her arzu ettiğini gerçekleştirememişti. 1950’li ve 60'lı yıllarda en büyük inşaat firması olan C.A.T’e başkanlık eden, arkadaşlarımdan biriyle, Lübnan siyasetinin önemli aktörlerinden Emil Bustani ile bu yönetmen arkadaşımı bir şekilde buluşturma çabasına girmiştim.
Çabalar netice verdi ve gerekli vaatler de alındı. George Nasr, yönetmeyi dört gözle beklediği filmleri yapılabilecekti. İlk filmi "Nereye" ruhuyla daha fazla eserin ortaya konması da mümkün hale gelecekti. İnancım o ki o elim olay yaşanmasaydı, Emil Bustani bu türden film projelerini finanse edecekti. Küçük özel uçağı Beyrut sahiline yaklaşık 5 kilometre mesafede denize düştü. Kaderin cilvesine bakın ki benzer bir zihin yapısına sahip Refik Hariri de bu sahili gören bir yerde otomobilinin infilak etmesi sonucu ölmüştü. Her ikisi de siyasetin önemli aktörleriydi. Hayatlarının geri kalanını yaşayabilselerdi aydınlık sinema filmi projelerine imza atacaklardı.
Akademik kariyerinin yanı sıra film yapımcısı da olan Abdullah el-Muhaysin de bu alanda bir maceraya atıldı ve kararlılıkla savaştı. Hatta denilebilir ki yaşam sevincini feda etti. Suudi Arabistan'da sinemanın esamesinin okunmadığı, hatta şehirlerinde sinema salonlarının olmadığı bir zamanda İngiltere ve ABD’de ileri seviyede yönetmenlik eğitimi aldı. O dönemki eğilim doktor veya mühendis olmak ya da yabancı şirketlerin bayiliğini almak yönündeydi. Peki, bu farklı eğilimin amacı neydi?
Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde eğitim görmüştü. Kademeli olarak söndürülmeye çalışılan sanatın bir fener gibi yanmaya devam ettiği bu küçük başkentte en güzel yıllarını yaşamıştı. Bu günlerde, milislerden, siyasi oyunculardan ve manipülatörlerden oluşan bazı Lübnanlılar ülkede büyük bir trajediye neden olmuşlardır. Bu muhteşem kent, silahlardan çıkan kurşunların hedefi haline gelmişti. Entelektüel parlaklığını bozmak için her türlü kötülüğü yaptılar. Mezhep merkezli fanatizm ve şiddetin körüklediği yangınlarla sarsılan bu vatan, ateş çemberinin içinde kalmıştı. Bu durum el-Muhaysin’in vicdanını kanatmıştı.
Lübnan’ın, özellikle de başkent Beyrut’un başına gelenleri sinema diline aktaran yönetmen Abdullah el-Muhaysin olmuştur. Filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenmiştir. En başta Lübnan’ın eski başbakanlarından Selim Hoss olmak üzere filmi izleyenler esere övgüler düzdü. Abdullah el-Muhaysin’in Beyrut konusundaki hassasiyetini tebrik ettiler. Zira hiçbir Lübnanlı yapımcı bu kadar etkili bir Beyrut filmi çekmemişti.
Film başta Cannes Film Festivali olmak üzere diğer birçok uluslararası ve Arap festivallerinde büyük bir beğeni topladı, çeşitli ödüller kazandı. Sevgili kardeşim Abdullah kendi duygularına tercüman olan bir film yapmanın yanı sıra yetkililerin ve halkların ibret almasını da arzu etmişti. Nedeni ne olursa olsun hiç kimsenin Lübnanlıların yaptığı gibi kendi vatanlarına kötülük yapmaması gerektiğini anlatmaya çalışmıştı.
Yedi yıl önce Suriye trajedisi başladı. Ardından Yemen, Irak, Libya ve Sudan trajedileri yaşandı. Yaşanan tecrübeler gösterdi ki vatan ancak -yöneten veya yönetilen olması fark etmez- onu hak edenlerindir. Orası bir politik çekişme veya iktidar elde etme arenası değildir. Şayet böyle bir durum ortaya çıkarsa bilinmelidir ki o ülkede huzur ve istikrar olmaz. Vatandaş geçimini sağlayamaz ve mili sorumluluklar yerine getirilemez.
 Refik Hariri de tıpkı diğer güzel insanlar gibi trajik bir şekilde suikasta uğradı. Ortaya çıkan tablo, Saddam’ın Kuveyt’i işgali gibi trajikti. Abdullah el-Muhaysin’in geride bıraktığı duygu volkanı vicdanlarda henüz sönmedi. Bu duygusal hali yansıtan “Şok” filminin çekilmiş olması son derece önemlidir. İbret almak isteyenler için pek çok ibretlik tablo yansıtılmaktadır.
Abdullah el-Muhaysin’in dünyası sinema ufku açısından Lübnanlı ikizi George Nasr'dan daha geniştir. Abdullah el-Muhaysin sinemadan kazandığını yine sinemaya harcadı. Dolayısıyla daha fazla film çekme imkânı yakaladı. Sinemanın sadece bir eğlenme ve zevk alma aracı olmadığını, aynı zamanda milli sorumlukluların yansıtıldığı bir mekanizma olduğunu ortaya koyabildi.
Bu türden idealleri, Lübnanlı ikizi George Nasr’da göremiyoruz. Bunun nedeni belki önemsememekten belki de Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde sosyal sorumluluk barındıran projelere verilen desteğin diğer ülkelerden fazla olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle Lübnanlı ikizi Nasr sadece "Nereye" filmi ile Cannes Festivali'ne katılabildi. Onu da hayatının son demlerinde gerçekleştirebildi. Ancak ulusal hassasiyeti her zaman takdir edildi ve aramızdan ayrılması herkesi hüzünlendirdi. İkizinin filmleri ve belgeselleri ise Suudi Arabistan’da sinemanın yeniden gündeme gelmeye başladığı bir dönemde kendini göstermeye başladı.