Gazze savaşını sona erdirmeyi amaçlayan “Trump Planı”na karşı yalnızca birkaç dağınık ve tereddütlü ses yükseldi. Bu, söz konusu seslerin plana olan inancından veya onu tamamen kusursuz kılacak herhangi bir mükemmellikten kaynaklanmıyor. Ancak plan sorgulanmaya açık olsaydı, ki yakın geçmişte öyleydi, yakın bir zamana kadar kendisinden çok daha azı bizi kızdırır ve kışkırtır, “beyaz adamın” uzun ve karanlık bir tarih boyunca bize neler yaşattığını hatırlatırdı.
Doğal olarak, katliamı durdurmanın bir yolu olarak sunulan bir planı kınamak zor olacaktır. Zira Gazze'de İsrail soykırımının korkunç doğasının kendisini devam etmekten alıkoyamayacak kadar ileri gittiğini biliyoruz. Ayrıca, Filistinli çoğunluğun takdir etmeye ve bağlı kalmaya istekli olduğu bir şeyi kınamak da zor olacaktır. Ancak, “dava” adına genelde ölümlere göz yuman ve hatta Filistinlilerin arzularını hiçe sayarak, “dava”nın ateşini arzu edilen ölümlerle körükleyenler, bu sefer davranışlarını gözle görülür şekilde değiştirdiler.
Bu insanların çoğunu, duygularını veya düşünce biçimlerini bilmek, sessiz kalmalarının ve hatta kabul ve onaylarını açıklamalarının motivasyonunun ölümlerin durması olduğunu varsaymamıza izin vermiyor. En olası varsayım, mevcut güç dengesi göz önüne alındığında, “dava”nın neredeyse tedavi edilemez bir zayıflığa düştüğüdür. Bunun bir sonucu, Hamas'ın Gazze'deki varlığını savunmanın, bazı Hamas dostlarının bile inandığı gibi, artık imkânsız bir görev, bu varlığı ortadan kaldırmanın ise neredeyse bölgesel ve uluslararası bir uzlaşı haline gelmesidir. Benzer şekilde, bir şey söyleyememekten, herhangi bir plan ve strateji eksikliğinden kaynaklanan dil tutulması, sözlü vaat ve taahhütler konusunda her zaman cömert olan direnişin erdemlerinden birine dönüştü.
İşleri bu duruma, dün ikinci yıldönümü olan 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufan’ı getirdi. Daha önce kendisini öven pek çok kişi ona bazı nitelikler atfetmişti; bunların en küçüğü davayı canlandırmak, en büyüğü ise Filistin'i nehirden denize özgürleştirmekti.
Ve bugün, insani teması ön planda olan, siyasi teması ise giderek zayıflayan ve azalan bir durumla karşı karşıyayız. Hatta Filistin davası olmayan bir Filistin halkıyla, yani insan onuruna yakışır bir yaşama sahip olmayı, başlarının üzerindeki İsrail katliamı kılıcından kurtulmayı hak eden mazlum ve acılı insanlarla karşı karşıya olabiliriz. Hem Arap hem de uluslararası düzeyde bir Filistin devleti kurma yönündeki siyasi çabalar elbette devam edecektir. Ancak bu hedefe ulaşmak, 7 Ekim'den sonra ve onun sebebiyle, eskiden kıyaslanamayacak kadar zorlaştı.
Ne var ki o “şanlı gün”, daha ziyade “dava”nın trajik tarihinin en karanlık yönüyle son derece korkunç bir doruk noktasına benziyordu. Burada, davayı iç savaşlara ve askeri direnişe bağlayan, aynı zamanda bu direnişi milliyetçi, İslamcı ve her zaman güvenlik temelli o direnişçi rejimler ile ilişkilendiren yönünü kastediyoruz. Bu arada, Madrid ve ardından Oslo konferanslarında doruk noktasına ulaşan “dava”nın siyasi yönü, sürekli karalama ve kınamaya maruz kaldı.
Böylelikle, tıpkı 1967 yenilgisi ile “saldırganlığın izlerini silme” sloganının “Filistin'i özgürleştirme” sloganıyla yer değiştirmesi gibi, kemirici güç yeniden çalışmaya başladı ve bugün “insani” olan “siyasi” olanın, Gazze ise Filistin'in yerini aldı.
Hâlâ var olan “dava”ya gelince, artık “Filistin davası” kalkanı olmadan dünyayla yüzleşen İran rejiminin “davasıdır”. Lübnan ve Yemen uzantılarıyla birlikte İran, bizzat kendisinin son savunma hattı haline geldi. Bu durum, İran devrimi ve rejimi tarafından geliştirilen planın yıkımını ve bu amaç için harcanan milyarlarca doların ve bu uğurda harcanan çabaların feci sonuçlarını tek başına gösteriyor.
Büyük olasılıkla, başlangıcı İran-Irak Savaşı ile görülen yarı-uluslararası, sınır ötesi ve devrim ihraç eden önceki aşamadan, “devrimin” neredeyse tek bir ülkeyle sınırlı kaldığı mevcut aşamaya geçiş, İran içinin bile sonuçlarından kaçamayacağı büyük yankılar uyandıracaktır.
Ancak, Amerikan planı başarılı olursa, İsrail de, askeri zaferinin engelleyemeyeceği ama kontrol edebileceği bedeller ödeyebilir. Yine bu zafer, siyasi ve medyatik yenilgisini de görmezden gelemez. Bu durumda, genel seçim olsun ya da olmasın, Binyamin Netanyahu ve onunla birlikte aşırı dinci partiler ile yerleşimci sürüleri, bu potansiyel bedeller olarak öne çıkıyorlar.
Her halükarda, belirsizliğin net olandan çok daha belirgin olduğu bir gelecekle karşı karşıyayız. Ancak kesin olan şu ki, 7 Ekim ve sonrası, henüz başlamamış köklü yeniden gözden geçirmeleri, biraz tevazu ve güç dengesi farkındalığıyla harmanlanmış politika ve sloganları gerektiriyor. Dahası, tüm Maşrık (Levant) bölgesi, baştan sona kendisini vuran varoluşsal ve medeniyetsel bir krize yoğunlaşmaya sürükleniyor gibi görünüyor. İsrail şiddeti ve sonuçları, bu krizin bir yönünü oluştursa da, diğer önemli yönlerinden biri 7 Ekim'de İsrail'e karşı direnişi meşrulaştıran “dava”dır.