Taceddin Kutay
TT

Türkiyenin demokratikleşme tecrübesi Ortadoğu’ya ne söyler?

31 Mart yerel seçimlerine yaklaşık bir aylık bir süre kaldı. Her seçim döneminde olduğu gibi gündem seçim yaklaştıkça ısınıyor. Türk halkı, önüne sandık konulduğu vakit ne yapacağını artık çok iyi biliyor. Sandık ufukta silüeti beliren ve yaklaştıkça sürekli daha da belirginleşen bir gemi gibi gün be gün daha yakından görülür hale geliyor. Ve Türk insanı; 1946 yılında ilk defa kör topal da olsa seçim yapma şansını yakalamış, iradesi belirli aralıklarla yaşanan askeri darbeler ile elinden alınmış, sandıkta yaptığı tercihten yana pek çok kereler pişmanlıklar yaşamış ve bunu bir sonraki seçimde ortaya koymuş olan Türk insanı yeniden yaklaşan sandığa bakıyor. Türkiye bir tercihin daha arefesinde, her türlü iç ve dış müdahaleye, manipülasyona, çizilen karamsar tabloya rağmen umudunu yine sandıkta arıyor. “Altı üstü yerel seçim” demeyin. Her seçim, seçmen ile seçilen arasında tesis edilen bir mükalemedir. Verilen her oy bir imadır, bir mesajdır. Merhum Özal, Başbakan iken alması gereken mesajı bir yerel seçimde almış, anlaması gerekenleri yerel seçim sonuçları ile anlamıştı. Türkiye’nin onyedi yılına damga vuran Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasal sergüzeştinin ilk virajı bir yerel seçimdi. Ellilere doğru gittikçe yerel seçimlerin ne denli önemli olduğuna dair pek çok misal ile karşılaşırız. Dolayısıyla Türkiye’de sandığın önemlisi-önemsizi olmayacağı gerçeğini teslim etmek zorundayız. Bu tablo, değerini fark eden her Türk gibi beni de gururlandırıyor. Zira Türkiye 1950’de kazandığı tarafsız ve dürüst seçim yapabilme kabiliyetini her geçen gün geliştiriyor. Sandık Türkiye’de siyasal skalayı gerçekten belirliyor. Yapısal arızalarına, sistem sıkıntılarına, anayasal zorluklara rağmen Türkiye siyasal yönlenmesini sandık marifeti ile gerçekleştiriyor. Hasılı, sandık Türkiye açısından çok şey ifade ediyor.
Bulunduğu coğrafyada, dâhil olduğunu kabul ettiğimiz dini-kültürel aidiyetler topluluğunda Türkiye’nin sandığa atfettiği önemin bir örneğine daha rastlayamıyoruz. Türk insanı, en eğitimsizinden allamesine kadar eşit kudrette bir tercih hakkı ile sandığa giderken, bizler ülkemiz açısından yegane gidilecek yolun demokratik tercih olduğuna yönelik inancımızı sürekli koruyoruz, her seçim döneminde bu inancımızı tecdid ediyoruz. “Demokrasi herkesin ikinci tercihidir. Aslında demokrat gözüken herkesin dayatmak istediği bir şey vardır ve dayatamadığı demde demokrasiye sığınır” klişesine aldırış etmeyiniz. Zira neticesi kaybedenler tarafından zor da olsa sindirilen her seçim, ülkemizin siyasal umudunun ancak sandıkta olduğunun herkesçe kavrandığını sürekli ortaya koyuyor. Mızıkçıların, zorbaların, ayrıcalıklı olduğuna inananların varlığı sokaktaki insanın demokratik olgunluğunu haleldar etmiyor. Sahip olduğumuz bu Türkiye tablosu hepimizi mutlu etmelidir. Demokrasi Türkiye açısından dönüşü olmayan bir yol, bir kültür olarak kabul edilmiştir. Evet Türk insanının kahir ekseriyeti belki demokrasinin teorisini bilmez, Sartori okumamıştır, demokratik görev ve sorumluluklarının çoğundan bihaberdir; ancak bildiği bir şey vardır: elindeki en büyük siyasal güç oydur ve oy vermekten başka bir silaha sahip olmak aklının ucundan geçmez. Bu tutumun bir pısırıklık sebebi ile üretilmediği, aksine demokratik bir olgunluğun neticesi olduğu 15 Temmuz gecesi ispat edildi. Vatan ve demokrasi sandığa gitmenin haricinde bir hizmet bekledi Türk insanından ve canı pahasına bu vazife yerine getirildi.
Demokrasi aynı dindarlaşma gibi bir süreçtir. Niyet eder, o yola girer ve süreç içinde açıklarınızı tamamlarsınız. Bu, “belli bir demokratik olgunluk seviyesi sonrası demokratikleşelim” dediğiniz zaman asla varamayacağınız bir hedeftir. Zira demokrasiye ait tartışmalar ancak demokrasi içinde yürütüldüğünde demokratik bir cevap elde edilir. Demokrasiye olan yatkınlığımız bu şekilde gelişir. Türkiye’de demokrasinin ideal bir seviyeye sahip olmamasının elbette coğrafya gibi, tarih gibi, aidiyetler gibi pek çok müessir sebebi var. Ancak bu sebepler arasında kanaatimce en müessiri 1950’ye kadar kaybettiğimiz zaman ve bu zaman zarfında inşaa edilen antidemokratik alışkanlıklardır. Buna rağmen 1950 sonrası girdiğimiz yol, yaşadığımız tartışmalar, bu süreç uğruna feda ettiğimiz Menderes başta olmak üzere nice canlar günümüz Türk insanını demokrasi dairesinde bir şeylere inanan insanlar haline getirdi. Türk toplumunu Ortadoğu toplumlarından ayıran en önemli özellik budur. Ortadoğu toplumlarının hiç birisi demokratikleşmeyi, bedeller ödeyerek ulaşacağı bir hedef olarak ortaya koymadı. Büyük çoğunluğu dindaşımız olan, kültürel yakınlığımız olan bu insanlara demokrasinin bir hedef olduğunu anlatmak belki de bizim vazifemizdir.
Şarkul Avsat’taki ilk yazıma bu satırlar ile başlamayı uygun buldum. Zira kim olarak ve ne amaçla yazdığımızı ortaya koymak, yazmaktan maksadımızın ne olduğunu ayan etmenin en kestirme yolu. Yapıp ettiğimiz, yazıp çizdiğimiz, bir şekilde ortaya koyarak ızhar ettiğimiz her şey bu düzen içinde bir şeylere etki ediyor. Bir tesir sahamız var. Tesir sahamızın küçük yahut büyük olması bu bakımdan beni hiç ilgilendirmiyor. Beni alakadar eden şey siyasal dönüşümün sandıkla gerçekleşeceğine inanan doktorların, çöpçülerin, gazetecilerin, çobanların yaşadığı bir ülkenin bir vatandaşı olmak. Bu şuur beni olaylara dışarıdan bakan bir analist olmak gibi bir lüksten mahrum ediyor. Buna mukabil bundan sonra yapıp edeceğim, yazıp söyleyeceğim her şey ile bu siyasal belirleme sürecinin bir parçası olma şuurunu kazandırıyor. Bu, bütün arızalarına rağmen Türk demokrasisinin bizlere hediye ettiği ve Ortadoğu’da yaşayan insanların pek çoğunun sahip olmadığı bir ayrıcalık. Bu sebeple demokrasi içinde yaşayan her birey gibi, ben de bir labaratuar analistinden başka bir kimseyim ve ortaya koyacağım şeyler bu perspektif ile ortaya konulacak. Siyasal skalanın belirleyicilerinden birisi de en az diğer vatandaşları kadar bu satırların yazarı olacak. Sevgili okurlarımıza yazmaktan muradımızı bu şekilde beyan etmiş olalım. İnşallah on beş günde bir bu köşede olacağım. Bakalım süreç bize neler söyletecek?