Dilaver Demirağ
Araştırmacı-Yazar ve doğa korumacı aktivist
TT

Kent şehre karşı

Bir yerel seçimi geride bıraktık şüphesiz her seçim sonrasında birileri seçim sonuçları üzerine birçok şey yazar, şu oldu bu oldu, sandık şu mesajı verdi vb. denilir. Bense sosyal medya hesabımda yaptığım paylaşımla başlayayım işe: “Ne zaman seçmen kentin nasıl düzgün yönetileceği, kent denilen mekânın nasıl daha insani ölçekte olacağına göre oy kullanır, kentin insani ölçeğe göre yeniden yapılanması için çalışacağını iddia eden bir adaya oy verir ve o adayı da sıkıca takip eder, o zaman bizim için çok şey değişir.”
Aslında yazdıklarımın bir bölümünün eksik olduğu kanısındayım. Çünkü şunu da yazmam gerekir: “Ne zaman seçmen kentin şehri yutmasına itiraz eder, o gün gezegen için bir şeyler yoluna girmiş sayılır.” Çünkü şu an çok tartışılan İstanbul aslında bir şehir değil, o şehir kavramına ait her şeyin inkârına dayanan bir devasa, azmanlaşmış, hormonla şişirilmiş bir mekân.
Bir dönem belirli çevrelerde çok meşhur bir kavram vardı; şehir planlaması. Kimse “bugün yaşadığımız yerler şehir mi ki onu planlayacağız” diye sormazdı. Neyse ki Bookchin adında biri çıktı da şehir denilen mekânın öyle cetvelle, pergelle, gönyeyle planlanamayacağını, kent denilen azmanın ise hayda hayda planlanamayacağını söyledi. Şehir ya da kent olarak adlandırılan mekânların öyle uzman denilen bir takım kişiler eliyle planlanacak bir yer olmadığını söylemiş oldu.
“İstanbul bir şehir değil hormonla şişirilmiş bir yer” dedim, aslında İstanbul muadili yerler ile kıyaslandığında küçük kalır. Mesela Tokyo kentini düşünelim, yüzölçümü İstanbul’un yarısı kadar (2.188 km²) ama nüfusu İstanbul’un iki katından biraz fazla (38.305.000 milyon) buna mukabil İstanbul Tokyo’dan daha büyük (5.461 km²) ama nüfus yoğunluğu daha düşük (15.029.031 milyon). Bu yönüyle bakarsak Tokyo mekânsal olarak kompakt yani sıkıştırılmış bir kent. Yani normal şartlarda bu nüfusu ile İstanbul’un iki katı bir mekâna gerek duyar. Ama Japonya bir adalar ülkesi olduğu için İstanbul gibi koca bir mekâna ihtiyaç duysa da bunu sağlayamıyor. Tam da böyle olduğu için bir kovan kent olarak tamamı ile dikey binalardan yani Gökdelenlerden oluşan bir mekân. Gökdelenlerin zararları yol açtığı ekolojik ve insani zararlar, kent yaşamına getirdiği yükler bir başka yazımızın konusu olsun. Ama şunu söyleyebilirim ki gökdelen insanlığın sıfır derecesini temsil eder.
Şimdi sormak gerekir, bir zamanlar bahçelerin, insanlar arasındaki komşuluk ilişkilerinin varolduğu, insanlar arasında dayanışmanın tam olduğu şehrin birçok meselesini kentlilerin istişaresi aracılığı ile alındığı, evlerin doğayla daha uyumlu olduğu mekânsal olarak da bugünün ölçüleri ile kasaba denecek ölçekte olduğu doğa ile insan arasındaki ilişkilerin maksimize olduğu yerler mi daha insancıldır. Yoksa kimsenin kimseden haberdar olmadığı, ölseniz bile ölünüzün günler sonra bulunabildiği, doğadan alabildiğine uzak, dayanışmanın yerini herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, kentle ilgili işlere hiçbir katkı ve katılımının olmadığı devasa binalar içinde insanlığın sıfır derecesinin olduğu mekânlar mı daha insancıl.
Kent, şehir olur mu?
Kent kavramı ile megalopolis, birleşik kent, megakent hatta metropol ya da anakent gibi kavramların karşılığını kullanıyorum. Çünkü eski anlamı ile kent için büyüklük sınırı belirlenmiştir, bu da insanların birbirini tanıdığı, birbirinden haberdar olabildiği bir alansal büyüklüktür kasıt. 14. yy'da -ki modern kapitalizmin başlangıç yılları kabul edilir- Milano 175.000 nüfusa sahipti. Buna mukabil Floransa, Venedik, Paris 100.000’i aşan nüfusa sahipken; Cenova, Barselona, Köln, Londra 50.000 ile 100.000 arasında; Bruges, Lübeck, Nuremberg gibi kentler 350.000’e yakın bir nüfusa sahiptirler. Bu dönemde Kahire'nin nüfusu ise 500 bin ila 400 bin arasında değişen rakamlarda tahmin edilmektedir. Buna mukabil uzak doğu şehirleri çok daha yoğun nüfusa sahip görünmektedirler. 12. ve 13. yüzyıllarda Çin’deki Kaifeng ve Hongchow kentlerinin nüfusları 500.000’in üstündedir. Yine Japonya’da Osaka ve Kyoto dönemin önemli büyük kentleridir. Burada insani ölçekli kent en maksimum nüfus yoğunluğu 175.000 civarında olan Milano gibi kentlerdir. Ki bunun bile büyük bir nüfus olduğunu ideal bir kentin nüfusunun 50 hatta 25 bin civarlarında olması gerekli.
20.yy’ın en önemli entelektüellerinden ve bir araştırmacı da olan Lewis Mumford insani ölçek içeren bir kent ile ilgili şu saptamayı yapar:
“İlk kentler bir yerden bir yere kolayca yürünebilecek veya bir uçtan bir uca sesin kolayca duyulabileceği mesafeden fazla büyümemişlerdir. Ortaçağda, Bow Kilisesi’nin çanlarının duyulabildiği mesafe Londra kentinin sınırlarını oluşturuyordu; XIX. yüzyılda diğer kitle iletişim sistemleri icat edilene kadar, bu unsurlar kentsel gelişimin fiili sınırları olarak kaldı”[1]
Kapitalizm ve sanayileşme olgusu ile birlikte bu sınırlar aşıldı ve kent şehirleri yuttu. Bugün İstanbul’da semt olarak kabul ettiğimiz birçok yer aslında basbayağı bir şehir konumunda.
Tam da bu yüzden eğer bu gelişme son bulmazsa en fazla 50 yıl içinde nüfusu 50 milyonu kapladığı alan ise bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz ucu bucağı olmayan, ya da Isac Asimov’un bilim kurgu kitabında sözü edilen “yeryüzü şehir” dediğimiz tüm dünyanın tek kent şeklinde kurguladığı şehirler kadar olmasa da kapladığı alan bugünkü İstanbul gibi üç ya da dört şehre tekabül eden kent irisi kent azmanı yerler ortaya çıkmaya başlayacak.
Bunun önüne geçmek, bunun terse dönmesini sağlayacak şey ise şehir ile kırı bir araya getiren, yerel kalkınma olgusu ile kentin sahip olduğu imkânlar ile kırsal yaşamın avantajlarını bir araya getiren bir kent modeli. Bunu eğer bir değişiklik olmaz ise bir dahaki yazımda ayrıntıları ile ele alacağım.
Kentleri bu denli azman haline getiren şey ise kalkınma olgusu ile birlikte kırsal nüfusun kentlere göç etmek zorunda kalması. Hastaneler kentlerde yoğunlaşmış durumda, eğitim kentlerde, ekonomik zenginlikler kentlerde, insanca bir yaşam için gereken pek çok şey kentlerde. Kent bu denli merkez haline gelince tarımsal nüfus kentlere akın ediyor.
Bu seçimde çok konuştuğumuz konulardan birisi de sebze fiyatlarındaki anormal artıştı. Bunun nedeni spekülasyon olarak değerlendirildi, ama bu kuşkusuz doğruluk içermekle birlikte sebze fiyatlarında yaşanan artışın tek nedeni tam tersine sorunun sanayileşmeye odaklanılırken tarımın önemsenmemesiydi. Tarım önemsenmeyince de sonuç olarak tarım ürünlerini özellikle de İstanbul gibi megakentlerde yaşayanlar maliyetinin üzerinde tüketmek zorunda kaldılar. Pahalı tükettiğimiz tek ürün doğal şartlarda ve mevsiminde yetişmeyen eskilerin ifadesi ile “turfanda” sebzeler değildi. Mesela benim yaşadığım semtin en ucuz semt pazarında bile karnabahar, pırasa, lahana vb. mevsim sebzeleri kilogramı dört beş TL civarındaydı. Oysaki bir önceki yıl aynı ürünleri ben 1 TL’ye en fazla 2.5 TL’ye tüketebiliyordum. Bir yıl içinde girdilerde artış olsa bile -ki bu da ayrı bir sorun- fiyatların bu denli artış göstermesi tarım da çok köklü sorunların varlığına işaret ediyor. Üretici sattığı üründen gelir sağlayamayınca da çok doğal olarak göç yoluna gidiyor. Bu kentsel işsizlik, eğitim kalitesindeki düşüklük ve Kalkınma için en önemli göstergeler sayacağımız birçok göstergede zafiyet oluşturduğundan-kalkınmayı sorgulayan birisi olarak-kalkınmanın gerçek ve sürdürülebilir bir büyümeye dönüşememesine yol açıyor. Eğer köyler, kasabalar boşalmaya devam ederse Megakentliler cıvatanın yenmediğini anlayacak. İstanbul, Ankara, İzmir vb. büyük kentler mevcut biçimi ile dışarıdan gıda girişine muhtaç. Yani kendi kendini idame ettiremiyorlar oysa çok değil 40 yıl önce insanlar kentlerde ucuz sebzeye ve meyveye rahatlıkla ulaşabiliyordu. Üstelik şu an tükettiğimiz sebzeler gibi sağlımıza zararlı birçok şeyi içermiyordu bunlar. Tüm bunlardan dolayı artık dünyada birçok kent, kent tarımı dediğimiz olguya yoğunlaşıyor.
Kent Tarımı: Gıdaya erişim hakkı
Kent Tarımı dediğimiz şey, eskiden kent bostanı dediğimiz ve kent içindeki arazilerde tarım yapılarak kentin ihtiyacını olabildiği ölçüde yerel kaynaklar ile karşılama çabasının adıdır. Çok eskidir ve İstanbul başta olmak üzere birçok kentimizde de bir gelenektir. Mesela Arjantin’de bazı sol gruplar hiper enflasyon yaşandığı ve kentsel yoksulluğun zirve yaptığı bir dönemde şehir parklarını tarımsal araziye dönüştürüp en yoksullara bu şekilde çok ucuza yiyecek vermişlerdi. Hatta buna öncülük edenler bizzat yoksullar olmuştu. Kent bostanları bugün İsviçre, İsveç vb. kuzey ülkelerinde bile uygulanıyor ve insanlar bu yerlerden ucuz ve taze sebzeye ulaşabiliyor. Dünyanın birçok kentinde kent bostanları halen mevcudiyeti sürdürüyor.
Bunu yapamayan kentlerde dikey tarım adıyla yüksek binaların kenarlarında oluşan yerlerde sebze yetiştiriliyor. ABD kentlerinin birçoğunda çatı bahçelerinde yiyecek, saksılardaki meyve ağaçlarında meyve yetiştiriliyor.
Kısacası bir başka kent ve bir başka tarım da mümkün ve kentlerde yaşayan insanlara ucuz ve sağlıklı gıdaya erişim imkânı sağlanabilir. Ve bunlar Havaray vb. son model teknik çözümler kadar kent için önemli şeylerdir. Hasılı belki de biz seçmenlerin yerel yöneticilerden dünya kentlerinde insani modeller ile ekolojik ögeleri de içeren yerel yönetim modelleri talep etmemiz artık elzem. İnanın bana bu tuttuğumuz siyasi partinin zaferlerinden çok daha önemli. Kısacası artık yerel seçimlerin genel seçim mantığından çıkıp oy verme davranışlarımızı doğrudan nasıl bir kent istediğimizi belli edecek şekilde değiştirme vaktimiz geldi de geçiyor. Hayat büyük siyasetten daha önemli şeyler içeriyor aslında ve bizim artık siyaset anlayışımızı değiştirmek gerekiyor. Bundan yıllar önce birileri politika yahut siyaset dendiğinde bunu kentin işlerinin idare edilmesini ve buna kentlilerin kararıyla, yetkisiyle yapılmasını anlıyordu. Hasılı neyi unuttuğumuzu hatırlama vaktimiz geldi.
[1] Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı Yayınları, s:84