Vahdettin İnce
Yazar
TT

Beni de ihya et Ramazan

Benim dünyada olup bitenlere merakım yetmişli yıllara denk gelir. Lise yılları. Sağ sol hareketleri alabildiğine aktiftiler. Şimdi dönüp o yıllara baktığımda müthiş bir umutla dolu olduğumuzu görüyorum. Şiddet egemendi, her gün on yirmi kişi bu şiddetin kurbanı oluyordu. Amenna. Ama kimse umutsuz değildi gelecekle ilgili. Solcular sınıfsız, savaşsız bir dünya cenneti için mücadele ediyorlardı. Ülkücüler, koca bir esir Türkler dünyasını kurtaracaklardı. Herkes buna inanıyordu. Biz İslamcılar “Şeriat gelecek, vahşet bitecek” sloganıyla bu umutlar savaşındaki yerimizi almıştık.
Okuyorduk da okuyorduk. Herkes kendi gelecek tasavvurunun daha gerçekçi olduğunu kanıtlamak için çok yönlü bir mücadeleye girişmişti. Entelektüel açıdan doyumsuz bir arayış içindeydik. İslamcılar olarak şiddetin içinde değildik, ama varlığımızı kanıtlamak ve karşı tarafı ikna etmek için sergilediğimiz entelektüel çabayı şimdi bile hayretle ve hatta hayranlıkla hatırlıyorum.
Doğuda ücra bir kasabada memur olmuştum liseden sonra. Birkaç yıl öncesinde depremle yıkılan bu kasabada terk edilmiş bir lojmanda kalıyordum bekar olarak. Üst katta bazı lise öğrencileri kalıyordu. Başka bir ilçeden sürgün edilmişlerdi. Solcuydular. Her gece bunlarla amansız bir tartışmaya girişiyordum. Müthiş bilgiliydiler. Sınıf sorunu. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı. Eşitlik. Sosyalizm. Sosyal demokrasi. Asya Tipi üretim tarzı… Ağzım açıkta dinlediğim kavramlardı. İslamcıydım ve bunları reddetmem gerektiğini biliyordum. Ama her biri konuşmaya başladığı zaman bir manifesto gibi “ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum…” diye söze başlıyordu ki bu müthiş entelektüel bilgi karşısında ezildikçe eziliyordum. Benim gibi İslamcı olan Üniversite öğrencisi bir arkadaşıma bu durumu açtım. Bizim yok mu şöyle dört başı mamur bir ekonomik manifestomuz, dedim. Sezai Karakoç’un “İslam Ekonomi Strüktürü” adlı kitabını vermişti. Günlerce ve defalarca okuduğum halde anlamamıştım. Olmuyordu. Bu adamlara şöyle afili bir dille İslam’ın dünya görüşünü, ekonomik anlayışını, sınıf meselesini, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ele alış biçimini içeren, anlatan bir bilinci edinmeliydim. Yetersiz olduğumu fark ediyordum, ama umutsuz değildim. Elimdeki tek güç o müthiş umuttu. Onların benden farkları umutlarını söyleme, teoriye dökmüş olmalarıydı.
Bir gün adı geçen arkadaşım tuğla kadar kalın bir kitap getirdi bana. Kahvede oturuyorduk. Masaya koydu. Ambalajı açtım. “İslam Ekonomi Doktrini”… Nasıl heyecanlandığımı anlatamam. Bu kadar hacimliymiş demek ki bizim ekonomik doktrinimiz. İmam Bakır es-Sadr’ın bu eserini akşam yine tartışmak için toplandığımız solcu arkadaşların önüne koydum. Büyük bir gururla. Görün, görün de doktrin neymiş anlayın der gibi bakmıştım yüzlerine… Şaşırmışlardı. O gece zafer kazanmış bir kumandan gibi hissediyordum kendimi. Düşman kalesinin duvarında bir gedik açmıştım.
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es

Mısraları hayat bulmuştu bende. Bulutların üzerinde dolaşıyordum adeta. Çünkü attığım her adım umudu iyice büyütüyordu. Umut o kadar büyüdü ki Türkiye’nin sınırlarını aştı. Filistin, Afganistan, Moro… diyarlarını kapsar hale geldi.
Her birimiz bir dünya özlüyorduk ve her birimiz bu dünyanın inşasına yarayacak malzeme arayışına girmiştik. Dünyanın öbür ucunda olsa gider getirirdik. Umutsuz kimse yoktu. Ve bütün umutlar da sahiciydi. Solcusundan, sağcısına, İslamcısına kadar…
Lübnan iç savaşında çarpışan grupların bize de yansıması vardı. Yalnız aklımın almadığı bir şey vardı. “Solcu Müslümanlar… Sağcı Hristiyanlar…” nasıl olurdu? Bir soruydu ama umudumuz kırılmıyordu. Gün gelir gidip onları da ikna edecek kadar azim sahibiydik alimallah.
Derken devrimler, savaşlar, darbeler… Kimi umudumuzu yeşerten, kimi umudumuzu kıran cinsinden… Heyecandan gözümüze uyku girmezdi. Gidip dünyalar kadar uzakta savaşanlarımız oldu. Gidemeyip buralarda dua edenlerimiz eksik olmazdı.
Şimdi yine kavgası gürültüsü eksik değil dünyanın. Savaşlar, darbeler, gösteriler… gırla gidiyor. Ama umut diye bir şey yok. Kimsenin verdiği tek bir mesaj yok. Şöyle ele aldığımız zaman heyecandan kalbimizi durduracak tek bir eser yazılmıyor. Dünyayı, hayatı, sınıfları analiz eden ve bunun için mesajlar dikte eden tek bir manifesto yok ortada. Eskiden umutlarımız kırılırdı bir daha onarılmak üzere. Şimdi ise umutlarımız Akdeniz’in sularına gömülüyor bir daha dirilmemek üzere.
Madem umutla birlikte tükettik dünya cenneti hülyalarımızı. Madem şu kadar insanın öldüğü, şunca devrimin yaşandığı bugünkü dünya sadece kaos üretiyor…
En iyisi Ramazanı fırsat bilerek içime yönelmek diyorum. Çünkü ramazan dokunduğu her şeyi ihya ediyor. Gökteki hilalden tutun, saatin tik taklarına kadar. Belki içimde iyice pörsümüş, ölmeye yüz tutmuş umudu da ihya eder.