Taceddin Kutay
TT

Yeni sabiteler ararken

Çocukluğumun geçtiği Fatih, mütedeyyin insanların çoğunlukta olduğu ve günlük hayatın da buna göre tanzim edildiği bir yerdi. Günümüz İstanbul’unda vaka-i âdiyeden sayılan pek çok şey, çocukluğumu geçirdiğim o muhitte tabu idi. Buna mukabil Fatih’in her zaman kendisini hissettiren bir “karşı mahallesi” de vardı.
Kesinlikle mazbut bir hayat yaşayan ve bu noktada bizlerden farkı olmayan bu insanların ekserisi memur ve memur emeklisiydi. Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşak öğretmenlere, öğrencileri olmasak dahi, yetişmiş olmamızı ve bunların nasıl karakterde insanlar olduğunu gözlemleyebilme şansına sahip olmamızı Fatih’in bu dışarıdan gözlemlenmesi mümkün olmayan kozmopolit yapısına borçluyuz. Dışarıdan gözlemlenmesi mümkün değildi, zira ahalisi davul çalmaz, ben şuyum diye ilan etmezdi.
Böylesine zengin bir muhit ister istemez insanı eğitir. Hiç bir tahsilin size vermeyeceği şeyleri muhitinizde öğrenebileceğiniz bir hakikattir ve Fatih bunu en iyi yapan yerlerden birisiydi. Ve biz bu muhitte, kâh Fatih Camii avlusunda top oynarken kâh Çarşamba sokaklarını arşınlarken sürekli bir şeyler öğrendik. Ancak hayatımdaki okullar arasında en kıymet verdiklerimden birisi hiç şüphesiz okuldan kaçıp kaçıp gittiğimiz Yavuz Selim’deki o kahvehaneydi. Orada, dedemiz yaşında amcaların boş muhabbetlerini dinlediğimiz kadar; okul üniforması ile kahveye gelmiş genç adamlar olarak pek çok kereler tavlayı kapatmak ve verilen nasihatleri dinlemek gibi bir durumda bulduk kendimizi.
Eski adam dinleme heveslisi bir kimse için bundan büyük devlet yok. Dinledim. Kahvehanede, camide, vapurda, motorda hep amcaları dinledim ben. Üstat mesabesindeki hocalarımızı da dinledim, esnaf amcaları da dinledim, her dediğini anlamadığım seksenlik Kürt Muammer amcayı da dinledim. Ekseriyetle konuşmadım ve dinledim. İnsan dediğin varlığın kim olduğunu büyük oranda bu amcaları gözlemleyerek öğrendim. Eski sözlere olan düşkünlüğüm ve temayülüm buradan gelmekte.
Ve yıllar sonra geriye dönüp baktığımda bu insanların hepsinin birbirinden farklı karakterde, farklı müktesebatlara sahip, farklı muhitlerin insanları olduklarını hatırlıyorum. Bu insanları birleştiren en önemli ortak nokta istisnasız hepsinin değişmeyen belli sabiteleri olması, dünyayı bunlar ile anmalarıydı. Her hangi bir şekilde analize tabi tutmadıkları bu sabiteler sayesinde hayatı konforlu bir şekilde yaşar olmuşlardı ve bu kesinlikle cehaletin verdiği mutlulukla eş değer bir şey değildi.
Bunlardan dinlediklerim zihnimin bir köşesinde hiç değişmez sandığım kabuller oluşturdu. Artık ben de dünyayı anlamlandıracak sabitelere sahiptim ve belki bununla bir dede adayı haline gelmiştim. Sabitelerim sayesinde, hayatı sürekli analiz etmeden, sabitelerime ve sabitenin kahramanlarına itimat ederek yaşamanın konforunu sürmeye başladım. Aynı trafikte karşıdan karşıya geçerken, süratle yaklaşmakta olan aracın kırmızı ışıkta duracağına itimat eder gibi.
Sabitelerimde yaşanan her sarsıntı, sabitelerime yöneltilmiş her tehdit beni yeni bir dünya tarifi yapmaya zorlayacağı için rahatsız eder. Aynı geçirmekte olduğumuz şu zorlu süreçte yaşadıklarımız gibi…
Asırlık sabitelerimizi yıktılar 
Ortalama Türk insanı dünyayı sabiteleri ile yorumlamaya en az Kürt Muammer amca kadar yatkın. Hayatın her safhasında bu böyle. Bu sebeple, Türk insanının yaşam konforunu en derinden etkileyecek olan şey ekonomik yalpalamalar değil, sabitelerinde yaşanan değişiklikler oluyor. Buna mukabil, geride bıraktığımız bir kaç sene, kendilerine güvenip de yaşadığımız sabitelerimizin peşi sıra yıkıldığı bir süreç olarak hafızamıza kazındı.
Yıkılan sabitelerimizin ilki, dindar insanın emin ve merhametli insan olduğu kabulümüz oldu. Bu o kadar kuvvetli bir kabuldü ki, doksanlı yıllar boyunca ne kadar yıkılmaya çalışılırsa çalışılsın kendisini tahkim etmeyi bilmiş bir imajdı. Ne Sivas’ta yaşananlar, ne Uğur Mumcu’nun “İslamcı teröristler” tarafından öldürülmesi şayiası, ne Hizbullah’ın domuz bağı ile insanları katletmesi bu kabulü yıkmaya yetmedi. Türk insanı bu dehşet deminde yine dini yapıları bir sığınak olarak bildi ve bunlara teveccüh etti.
Ne zaman ki FETÖ devlet içinde kendi paralel yapılanmasını olanca pervasızlığı ile ortaya koydu, bu kabul o vakit yıkıldı. Zira doksanlı yıllarda hep bir efsane, bir gazete haberi, bir anlatı olarak duyulan dehşet hikayeleri, FETÖ’nün gücü ele geçirmesi ile birlikte herkesin korkuyu bizzat hissettiği bir ortam ile yer değiştirdi. Mahalle bakkalından, ordumuzun namlı paşalarına kadar FETÖ’nün gadrine uğramamış kimse kalmadı.
“Dindar adam devlet yönetmeyi beceremese bile en azından zulmetmez” önermesine olan inanç yerle bir oldu. Dahası ve asıl fenası “Dini yapılar çocukların emanet edilebileceği yerlerdir. En azından dinini diyanetini öğretirler” diyen ana babalar, dini yapılara artık çocuklarını militanlaştıran kurumlar olarak bakıyorlar. Dindar olmayanların dindarlığı bir itimat kıstası olarak gördüğü noktadan, dindarların dahi dini yapılara güvenmedikleri bir noktaya savrulduk. Bir sabite yıkıldı ve bununla birlikte pek çok sosyal ilişki hasar gördü.
Birkaç yıl öncesine kadar yapılan kamuoyu araştırmaları sürekli, Türk insanının en fazla güvendiği kurumun Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu ortaya koyardı. Mehmetçik hata eder, kusur eder, ancak vatandaşına zulmetmez, silah doğrultmazdı. “Demokratikleşme sürecimizi belki pek çok kereler baltaladı ama ordumuz bizim olmaktan çıkmadı” derdik. Bir yerde Türk subayını üniforması ile görmek, Türk insanı için güven vasıtasıydı.
15 Temmuz gecesi FETÖ’cü hainler bu üniformaya olan mutlak itimadımıza ateş etti, bombalar yağdırdı. Kutsal üniformanın gerçekten Türk askeri vasfına sahip olmayan hainlerce kirletildiği o gece bir sabitemizi daha yitirdik. Ne olursa olsun ordumuzun silahının bize doğrultulmayacağını düşünürdük.
Asırlık anlatımız çöktü. Türk ordusunun silahı Türk kanı akıttı. Bittecrübe sabit oldu ki, ordumuzun içine, vatandaşlarına silah doğrultacak hainler sızmış. Muhabbetimiz baki olmakla birlikte, üniformaya olan itimadımız sarsıldı. Elbette üç beş hain sebebiyle ordumuza arkamızı dönmüş değiliz. Gelgelelim sabitemiz yıkıldı.
Bütün sabitelerimiz arasında bizi en fazla alakadar eden ise hiç şüphesiz “Türkiye’de seçimler asgari hata ile yapılır. Halkın iradesi sandığa yansır” sabitemizdi. Zira yediden yetmişe herkesin aktif olarak bir parçası olduğu bu kabul, kimsenin yıkılmasına razı olmayacağı, herkesi şahsen alakadar eden bir sabiteydi. 31 Mart gecesi yıkıldı. İstanbul seçimlerine şayia karıştı. İrademiz tutanaklara yansımadı. Sandığın abdesti bozuldu.
Kuruldu kurulalı vatandaşlarını sisteme entegre etmek için çaba sarf eden Cumhuriyetimizin bu çabası bir el tarafından sabote edilmekte. Hukuka olan güvenimiz zaten uzun yıllardır yerle bir vaziyette. Hakimlerin ve savcıların sürüler halinde andıçlara katıldığı, Mehmet Moğultay’ın ve Seyfi Oktay’ın kadrolaşma yolunda dev adımlar attığı doksanlarda berheva olmuştu bu itimadımız. FETÖ’nün yarattığı juristokrati ile adalete olan inancımız dip yaptı.
Dini kurumlara güvenimiz yok, ordumuza olan itimadımız sarsıldı, seçimler şaibeli hale geldi. Bir el sisteme eklemlenen vatandaşları bu sistemden koparmak, siyasal sistemi umut olmaktan çıkarmak ve düzenimizi yerle bir etmek istiyor. Dahası yedi düvele göğsümüzü gere gere anlattığımız değerlerimizdi bunlar bizim. Eloğluna göğsümüzü gere gere anlatacak bir sabitemiz yok artık. Yıllardır yürüttüğümüz savaşta dibi gördük. Dahası sistemimizin bu savaşa yeterince hazırlıklı olmadığını da gördük. Gururla “Venezuela değiliz” derken, bir de fark ettik ki meğer sandığımız Türkiye de değilmişiz.
Şimdi zaman, en büyük sermayemizi sahaya sürerek yeni sabiteler oluşturma zamanı. İnsanımızın birbirine olan itimadına, diğerkâmlığına, merhametine ihtiyacımız var. Bu sermaye üzerinden yeni sabiteler oluşturmalı ve bunları itimat ile yaşamalıyız.
Erdoğan’ın “Türkiye İttifakı” söylemi tam olarak bu ihtiyaçtan neşet ediyor. Şu anda içinde bulunduğumuz sıkıntıların devası böylesi bir ittifakta gizli.
İlk yapmamız gereken şey, sisteme çomak sokan el ile mücadele etmek. Kavga zor, ancak sonu güzel olacak. Unutmayalım, hala çok güçlüyüz!