Hanna Salih
Lübnanlı yazar
TT

Kudüs toplantısı ve İran’ın rolünün kuşatılması

Kudüs’ün ev sahipliğini yaptığı ve Netanyahu’nun da katıldığı yüksek güvenlik toplantısının, İran’ın nüfuzunu sınırlamak ve oynadığı rolü kuşatmak olan asıl amacını gerçekleştirmekte başarısız olduğunu iddia eden görüşler oldukça aceleciydi. İlk olarak; ABD, Rusya ve İsrail ulusal güvenlik danışmanları Bolton, Patrushev ve Shabbat’ın katıldığı bu görüşmenin türünün bir ilki olduğuna dikkat etmeliyiz.
Ayrıca dünyanın tanık olduğu en büyük krizlerden biriyle nasıl başa çıkılacağı konusunda ABD ve Rusya görüşmelerinin temelini atan, İsrail’e hayal edemeyeceği bir yer veren, Rusya’nın tutumunu doğru bir şekilde betimleyen, bölgeye yönelik bütün Rus politikalarında köklü değişiklikler yapan bu görüşme, benzeri görülmemiş tarihi toplantılar kapsamına girdiğine de dikkat çekmeliyiz.
Toplantının hedefleri, Rus tarafından gelen kesin işaretlerinin konusu oldu. Moskova beklenen toplantıdan önce gerçekleştirmek istediği hedefleri vurguladı ve “Toplantının Suriye dosyası ve Ortadoğu’daki diğer kriz dosyaları ile başa çıkmak için kalıcı bir mekanizmaya dönüşmesinin ihtimal dışı olmadığını” belirtti. Siyasi olarak yerinde sayma durumu, Cenevre sürecinin bir kenara itilmesi, Moskova tarafından öne sürülen ve aralarında mültecilerin dönüş şartları ve büyük bir yeniden imar çalışması başlatılmasının da yer aldığı formüllerin engellere takılmasının ışığında Moskova; “Astana sürecini iptal etmeden Suriye’de istikrar ve barış yolunda ilerlemeye katkıda bulunabilecek yeni yol haritaları benimsemenin” gerekli olduğunu ifade etti. Ama aslında Astana süreci; ardı ardına eleme ve tasfiyeye maruz kalan “gerilimi azaltma bölgeleri” konusunda görevini yerine getirmiş bulunmaktadır. Birden fazla özelliği ve görevi olan İdlib bölgesi sorunun devam etmesi de bu yönde hiçbir şeyi değiştirmedi.
Üçlü toplantıda ABD, Rusya’nın önüne Suriye ile ilgili net bir yol haritası koydu. Bu yol haritası, Suriye krizinin çözümü ile ilgili çerçeveyi ana hatlarıyla çizen BM’nin 2254 sayılı kararının uygulanmasının gerekliliği konusunda kaçınılmaz bir mutabakattan yola çıkarak DAEŞ ile mücadele ve terörün kökünü kazıma, İran’ın nüfuzunu zayıflatma, suçlulardan hesap sorulması ilkesinin vurgulanması ve mültecilerin dönüşü için gerekli koşulların sağlanması başlıklarının altını çizdi.
Bu bağlamda; bu üçlü toplantı ile ilgili Kremlin sözcüsü Dmitriy Peskov tarafından yapılan değerlendirme dikkat çekiciydi. Peskov; “Suriye ile ilgili bir dizi önemli anlaşmaya varıldığı” belirttikten sonra üçlü toplantının; “Suriye’nin gelecekte nasıl olması gerektiği konusunda bir görüşe” vardığını da sözlerine ekledi. Bu anlaşmanın Suriye meselesi ve İran’ın Suriye’deki varlığı ile ilgili meselelerde yeni bir diyalog kanalı başlatmak için temel bir durak olduğunu, İran ile müttefik olan güçlerin gelişmiş silahlara sahip olmasına izin verilmemesinin de aralarında olduğu geniş planlar üzerinde uzlaşıya varıldığını açıkladığında ise Peskov, can alıcı noktaya değinmiş oldu. Peskov ayrıca toplantıya katılan tarafların, bunun nasıl hayata geçirileceğini görüşmek için bir toplantı daha düzenleyeceğini de ekledi.
Kudüs toplantısı; G20 Zirvesi kapsamında gerçekleşen Trump-Putin görüşmelerinin başarı şansını güçlendirdi. Dolayısıyla bu, iki taraf arasında daha ayrıntılı diyalog görüşmlerinin kapısını da aralayabilir. Ayrıca  İran’ı davranışlarını değiştirmeye zorlama çabaları kapsamında Washington’un, Suriye’yi bu konudaki en önemli alanlardan biri olarak gördüğünü açıkça ortaya koydu.
Washington’un bunun için faal bir Rus rolüne ihtiyacı var. Aynı şekilde Suriye ile ilgili kartların birçoğunu elinde tutan Rusya’nın da ABD ile bölgesel ve uluslararası krizler ile başa çıkma konusundaki rolünü ve yerini vurgulayan tam bir anlaşmaya varmadan Suriye’ye yönelik kapsamlı müdahalesinin meyvelerini toplaması mümkün değildir. Dolayısıyla iki tarafın çıkarları ortak bir noktada buluştuğunu ve bunun bölge ile sınırlı kalmayacağını söyleyebiliriz. Yine bu buluşma; Moskova ve Tahran arasındaki politik uçurumun, bitkin düşmüş Suriye rejiminin önemli organlarını ele geçirmeye yönelik mücadele ve rekabetin her geçen gün arttığına yönelik göstergelerin ortaya çıktığı bir dönemde gerçekleşmiştir.
Buna rağmen İran, bölgede elde ettiği başarılara güveniyor gibi görünmektedir. Bunun yanında bölgedeki rolünün sağlamlılığı, nüfuzunun nitel olarak azaltılmasının zorluğu, uzun zamandır yatırım yaptığı ve nükleer anlaşmanın ardından kendisine akan milyarlarla pekiştirdiği varlığını sona erdirmenin zor olduğu konusunda rahat gibi görünmektedir. İran ekonomisi ve İran ile ekonomik ilişkilerini kesmeyen herkesi kapsayan yaptırımlar nedeniyle yaşadığı ekonomik sıkışmışlığa rağmen Tahran’ın, Irak, Hazar Denizi, Suriye ve Lübnan’da faaliyet gösteren kaçakçı ağı aracılığıyla güçlü bir şekilde çalışan alternatifleri olduğunu ve İran’ın yaptırımları delme çabalarının sona ermediğini görüyoruz.
İran petrol gelirlerini sıfırlamanın kolay ve kesin bir sonucu olacağını söylemek zordur. Bilakis Tahran’ın, bölgedeki milis güçlerinin eylemlerini finanse etmek ve gücünü korumak için birçok alternatifi olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde İranlı liderlerin,Suriye ile Irak ve Lübnan’da ellerinde tuttukları kartlardan kolayca vazgeçeceklerini söylemek için de vakit daha erkendir. Hatta Tahran’ın bu yeni durum ile kendisine karşı harekete geçmenin gecikeceği kanaatinden yola çıkarak başa çıkması mümkündür. Nitekim Moskova da Kudüs toplantısına kadar iki ülke arasında artan uçurumu yansıtma konusunda acele etmemiştir.
Örneğin Lübnan’da, Hizbullah’a yönelik yaptırımların yansımaları ve sonuçları ile ilgili bütün söylentilere rağmen İran rejiminin yıllarca alternatifler üzerinde çalıştığı kesin olduğu için Hizbullah kendisine paralel bir ekonomi inşa etmeyi başardı.
Bankacılık sektörünün bu yaptırımları uygulamaya bağlı kaldığı ve bunun yeni hesaplar açmayı ve para transferlerini zorlaştırdığı, dış kovuşturmalar ve tutuklamalar yapıldığı, faaliyetlerin engellendiğine yönelik gelen bilgilere rağmen Hizbullah bu sayede yaptırımlardan etkilenmedi. Bu paralel ekonomi,   hazinenin büyük miktarda mali kayıplara uğramasına neden olan karaborsaya dayanmaktadır. Buradan elde edilen gelirler aslında Lübnan halkının hakkıdır. Ama rejimin özü, mezhepçi paylaşıma dayandığı için bu karaborsa ekonomisi iyi bir şekilde korunmaktadır. Bu nedenle kamu bütçesi görüşmeleri, bu yıkıcı dengesizliğin üstünü örtme politikasını sürdürme ve halka yeni vergiler getirme yoluna gitmiştir.
Aynı şey büyük bir farkla Irak içinde geçerlidir. Yedek bir ordu olarak Haşdi Şabi’ye meşruiyet kazandırılmasının ardından Kasım Süleymani’nin emrine verildi. Bu ordu, kirli su içmek zorunda bırakılan, elektrikten mahrum bırakılan, bütün hizmetlerde bir düşüş ve gerilemeden muzdarip olan, yolsuzluk ve adam kayırmacılıkta astronomik bir artışın sıkıntılarını çeken Irak halkının paraları ile finanse edildi. Parçalanmış ve toprakları bölgesel ve küresel imparatorluklar arasında bölüştürülmüş Suriye ise en çirkin göç ettirme ve demografik değişim politikalarına tanık oldu. Bu politikalara, çıkarılan 10’uncu madde ile (Siyonistlerin sahiplerinin terk etmiş olduğu emlaklar ile ilgili yasası gibi) meşruiyet kazandırıldı. Bunun sonucunda onbinlerce Pakistanlı, Hazaralı, Afgan ve İranlı Suriye’ye getirilerek sahipleri göç ettirilen yerlere yerleştirildi. Kendilerine Suriye vatandaşlığı verildi. Ekonomik projeler ile istihdam sağlandı. Devrim Muhafızlarına bağlanan bu yerleşimciler aynı zamanda uzlaşma sağlanıp seçimlerin düzenlenmesi halinde potansiyel seçmen kitlesi olarak görüldü.
Karşı karşıya bulunulan zorluklar bu kadar büyük ve görev de bir o kadar zor ve uzun olduğu için Kudüs toplantısından alınan sonuçlar katılımcılar için çok büyüktür. Bunun sonucunda ileride taraflar arasında rol dağılımı da olacaktır. İsrail, İran güçlerinin mevzilenmesini ve nitelikli bir şekilde silahlanmasını engellemek için askeri baskıyı sürdürürken ABD de uyguladığı yaptırımların kapsamını genişletip müzakare önerilerinin eşlik ettiği siyasi baskısını arttıracaktır. Rusya ise atacağı herhangi bir adıma karşılık olarak istediği bedeli netleştirmek için yeni diyalog mekanizmasını canlandıracaktır. Ama hiç kimse siyasi uzlaşı için acele etmeyecektir.