Taceddin Kutay
TT

Köstekli saati durmuş adamların ülkesi

Boris Johnson İngiltere’nin başbakanı oldu. Çankırılı bir Türk’ün torunu o makama oturdu diye tebcil edenler oldu. Dede Ali Kemal’in İngiliz Muhibler Cemiyyeti kurucusu olduğunu söyleyenler, Sakallı Nurettin Paşa’nın adamlarınca çekiçle başı ezilerek öldürüldüğünü söyleyenler, Ali Kemal’e Artin Kemal diyenler de oldu... Johnson’un Londra belediye başkanlığı, dışişleri bakanlığı, başbakanlığı hep sosyal medyada gündem oldu. Ancak mesele hep aynı yerden tartışıldı, konuşuldu. Johnson’un Türkiye ile ilgili kafasında nasıl bir resim olduğunu okuyanımız kaç tanedir? Siyasetle bu kadar içli dışlı bir toplumun fertelerinden müteşekkil bir mecrada, Johnson’un göreve gelişini Brexit üzerinden, Doğu Akdeniz üzerinden, Suriye denklemi üzerinden okumaya gayret eden kulları mumla arıyorsunuz. Zekat nevinden bir kaç tane bulursanız mutlu oluyorsunuz. Mutlu olunuz, zira hayatiyet belirtisidir.
Suriyeliler diye bir gündemimiz var. Konuşulması gereken en önemli konularımızdan birisi. Tartışmalara bakınız. Suriye’nin bir zaman Osmanlı toprağı olduğundan dem vuranlar, Araplar’ın Türkler’e ihanetini anlatanlar, Suriyeliler ile ilgili sanal sorunlar ortaya koyanlar, gerçek dertleri yüz yıllık hikayelerle bağlı şekilde anlatanlar....
Temmuz ayının bitmesine bir hafta kala 30 Ağustos Zafer bayramını tartışmaya başlayanlarımız var. “Kimin zaferidir?”, “Hepimizi alakadar eder mi?” gibi saçma sapan sorular üzerinden birbirleri ile hesaplaşanlar...
23 Haziran İstanbul seçiminin geride kalması ile gündeme sokulmaya çalışılan saçma sapan kamusal alan tartışmaları.. Başörtülü kadınlara sataşanlar, buna karşın sosyal medyada dolaşan Latife Hanım, Nene Hatun resimleri...
Ve hiç bitmeyen Atatürk gündemimiz... Bir toplumsal gerilim başlığı olarak Atatürk mevzuu kaç kuşak büyüttü ve kabre koydu. Bakalım kaç kuşak daha koyar.  
Saati yüz yıl önce durmuş bir toplumun fertleriyiz
Yazının ahengini bozacak olmasak, onlarcasını peşi sıra ekleyebileceğimiz onlarca tartışmanın bizi götürdüğü yer hep yüz yıl öncesi. Evet tarih sosyal bilimlerin laboratuarı, hayatımızı zenginleştiren en önemli malumat menbaımız. Sıkıştığımızda ona baş vurmak, ondan misaller getirmek, tarihten hikmet devşirmek büyük zenginlik. Buna hiç bir itirazımız yok. Buna mukabil karşımızda bambaşka bir sorun durmakta. Türk insanı bir an evvel kendisinden yakayı sıyırmak zorunda olduğu bir anakroni çukurunda debelenip duruyor. Kapanmamış hesaplar, kabuk bağladı diye umduğumuz yaralar sürekli olarak karşımıza benzer konuları getiriyor. Sosyal tartışmalardan, dini sohbetlere kadar bu kısır döngünün esiri olmayan mecramız kalmamış vaziyette.
İnanmayanlar için bu iddiamızın sağlaması çok kolaydır. Herhangi bir meselenin hangi cenahların taraftarlığında, nasıl tartışıldığına bir bakın. Duçar olduğumuz derdin ibn’ül vakt olamamak olduğunu tesbit edeceksiniz. En yeni şeyi söyleyen, en âkil adamımız yine sekiz yüz yıl önceden nida eden Hz. Mevlana olarak karşımıza çıkacak. Hepimizi yeni şeyler söylemeye davet eden Hz. Pîr, söylenmemiş olana bizi çağırmıyor, aksine bizleri reel hayata davet ediyor. Bu dersi bile alamamış olmak en büyük mahrumiyetimiz. Saati yüz yıl önce durmuş bir toplumun fertleriyiz. Bundan büyük makhuriyet olmaz.
En reel, en gerçek hayatı yaşayanlarımız olduğuna inandığım sokaktaki adama bakıyorum. Sosyal medyadaki adam sokaktaki adamdan bir başkası değildir diye itiraz etmeyin çok rica ederim. O adam sokaktayken başka şeyler konuşmayı tercih ediyor. Oturduğum kıraathanedeki amcalara kulak veriyorum. Hayat pahalılığından, siyasetçilerin yapıp ettiklerinden, havanın bu yıl bir türlü ısınmadığından bahsediyorlar. Mutlu oluyorum. Ne güzel, ne gerçek adamlar dedirtiyor bana. Derken bir futbol sohbeti başlıyor ve bütün neşem kaçıyor. Futboldan zevk almadığım için değil. Aksine çok severim. Meselenin dönüp dolaşıp Galatasaray’ın UEFA kupası şampiyonluğuna bağlanması beni çok üzüyor. “Bizim UEFA kupamız var” diyen Galatasaraylı amcaya “Altı tane salladık Necmi ne çabuk unuttun?” diye mukabele eden amca beni üzüyor. En reel gündemimiz futbolun saati yirmi yıl önce durmuş. Üstelik saat yalnız amcamız için durmamış, o şampiyonluğu görmesi yaşı itibariyle mümkün olmayan gencimiz için de durmuş.
Arada sırada balıkçılardan umut bekliyorum. Zira balıkçı gerçekçi adamdır. Tabiatla ilişkisini sıkı tutmak, nerede ne vakit avlanmak zorunda olduğunu bilmek, gözünü dünyaya çevirmek zorunda olan adamdır balıkçı. Balıkçıyla sohbet edeyim istiyorum. Kırk yıllık balıkçı Şadan abiye soruyorum “Abi bu mevsimde Boğaz’dan ne alırsın?” diye. “Hocam eskiden ne bakalyaros tutardık. Marmara ağzından kolum kadar büyüklerini alırdık” cevabını alıyorum. Ne zaman alırdın Şadan abi? “Seksenlerden sonra pek çıkmadı hocam” diyor. Balıkçı Şadan abinin saati seksenlerde durmuş..
Sabitemiz muhayyel bir mazi olunca ciddi hadiseleri ıskalıyoruz
Mesele, mesail-i diniyye olunca mesele daha da vahim bir hal alıyor. O bahse hiç girmeyelim. Bu köstekli saat taşıyan ihtiyar ruhlular cemiyetinde, Hak rızası için saatini kurmayı hatrına getiren bir kaç zinde dimağa denk geldikçe “erihna!” diye nida edesimiz geliyor. Ufkumuz açılıyor.
İstikbale mâtuf konuşmak risk almak anlamına geleceği için, geçmişe yönelik analiz yapmayı tercih etmekle alakası yok bu tutumun. Her birimiz geçmiş yaralar, mazinin muvaffakiyetleri, muhayyel devirler üzerinden bir yere ait hissetme çabasındayız kendimizi. Sabitemiz muhayyel bir mazi olunca gelecek hedefleri ortaya koymak şöyle dursun, yakın geçmişin ciddi hadiselerini de ıskalar hale geliyoruz.
İnanmayan 15 Temmuz gündemimizin ne olduğuna baksın. Yaşadığımız en gerçek, hepimizi en fazla alakadar eden hadise olan 15 Temmuz, yüz yıllık *goftigûlara kurban ediliyor. Bu sebeple ciddi gazeteci olduğunu zannettiğimiz meslek duayenleri 15 Temmuz’u laiklik karşıtı bir kalkışma, bu hıyanete dur diyen vatandaşları ise Kemalist direniş güçleri olarak önermeye cesaret edebiliyor. Saati kim bilir ne zaman durmuş bu akıl, en gerçek gündemimizi asırlık söylencelere kurban etmeğe gayret ediyor. Bu aklı ve söylencelerini elbette umursuyor değilim.
Buna mukabil, her yıl üniversite sıralarına oturan yeni yüzlerle karşılaşan ben, bari bu gençlerle reel şeyler konuşabilsek telaşıyla tüm bu köstekli saat saplantısındam dem vuruyorum. Biz de dahil, bir yanı hep mazinin yararaları ile sızlayan nicelerinin takıntıları ile dünyayı okumaya devam edecekse bu çocuklar, bu kısır döngü sonraki kuşaklara da devredilecek. Oysa bizim, bizim subjektivitemize mahkum olmayacak kadar zengin bir geleneğimiz, saplantılarımızın çok ötesinde bir dünyayı okuyabilme önerimiz var. Üniversite kantininde çay içerken “Hocam Maradona gibisi gelmedi” diyen yirmilik Sercan’a fırça atışım bu sebeple. “Baban hatırlamaz Maradona’yı. Sana ne Maradona’dan?” öyle değil mi Sercan?x
*Farsça'da dedikonu anlamına geliyor