Taceddin Kutay
TT

Bağdadi öldürülmüşmüş

George Orwell’ın 1984 romanını bilirsiniz. Hani şu Saatli Maarif Takvimi hesabıyla her kuşluk vakti politik manifestolar yayınlayan büyük Türk düşünürü Gökhan Özoğuz’un adını duymadığı politik Roman.
Orwell o romanda “Okyanusya” ülkesinde işlerin nasıl gittiğini anlatır. Okurun ruhunu daraltan gıpgri bir dünya, sonu gelmez bir baskı, her şeyi kontrol eden bir Büyük Birader.
Çok tartışılmış bir husustur, acaba sosyalist Orwell bir Sovyetler Birliği eleştirisi mi yapmaktadır romanında, yoksa tenkit ettiği faşizm midir?
Ortadaki şey şudur: Orwell baskıcı bir rejimi resmetmektedir ve bu rejim insanlara sadece ne yapmaları gerektiğini değil, nasıl hissetmeleri gerektiğini de dikte etmektedir.
Okyanusya halkı fabrikalarda çalışmakta ve bilmedikleri bir savaş için sürekli üretim yapmaktadır. Buna karşın sık sık fabrikadaki işlerinden alınarak, bir sinema salonuna doldurulmakta ve endoktrine edici filmler izlemek mecburiyetinde bırakılmaktadırlar.
Şu müthiş kadın Leni Riefenstahl'in filmleri gibi filmler. Triumph des Willens gibi örneğin, izleyenin hislerini harekete geçiren filmler.
Sürekli cephelerde elde edilmiş zaferler ve bir muhayyel düşman kendilerine sunulmakta, kısa kısa cephe görüntülerine yer verilmektedir.
Derken günlerden bir gün ilginç bir şey olur ve o güne kadar düşman bilinen ülkenin aslında dost, dost bilineninse düşman olduğu söylenir.
Dost sanılan ülke ile aslında uzun süredir savaşta olduklarını ve bu melunlara karşı her cephede büyük muvaffakiyetler elde ettiklerini öğrenen insanlar müthiş bir mutluluk ve vatanseverlik gururu ile dolar.
Neticede baskı ve korku ile mankurtlaştırılmış bir halk, bu halkın ne hissedeceğini, sevgi ve nefret hislerini nasıl yönlendireceğini belirleyen bir idare vardır ve bu idare elindeki korku enstrümanı ile insanların iç dünyasında değişiklikler yapmaya muktedir hale gelmiştir.
Orwell’ın totaliter bir rejim eliyle olabileceğini önerdiği bu içsel dönüşümün sadece baskı ile yaşanmayacağının ispatı önümüzde duruyor. Özgürlük söylemi ile de pek tabi söz konusu dönüşüm gerçekleşebiliyor. İnanmayan Amerika’ya baksın.
Ne gibi bir özgürlük sorunu vardır bilmem, ancak koca bir ulus “Freedom” sözcüğü ile tenvim edilmektedir. Buna nasıl razı oldular, hangi kertede bu enayi yerine konmaktan vazgeçerler onu da bilmem. Bildiğim şey Amerikan toplumunun hemen hemen tamamının bir Posttruth arıza içinde yaşadığıdır.
Geçtiğimiz hafta Star Açık Görüş’te Optimar Müdürü sevgili Hilmi Daşdemir’in bu meseleyi yazdığını hatırlatmalı ve kendisinden rol çalmamalıyım.
Öte yandan söz konusu araz Amerika ile sınırlı kalsa hiç birimizi o kadar da rahatsız edecek değildi. Ancak Amerikan toplumunu bir kolektif illüzyonun içinde avutan bu akıl, dünyanın geri kalanını da aynı şekilde salak yerine koymaya niyetlenince film kopuyor. “Bize de mi kardeşim?” diyoruz.
İklim, küresel ısınma vb. diyerek ekonomik dengeleri belli bir taraf lehine dönüştürmek isteyen bu amcalar, özgürlük, demokrasi, medeniyet diyerek petrol havzalarını işgal etmekten geri durmuyor.
Ve biz, Orwell’ın Okyanusya ahalisinden farksız olan biz, bir şekilde bu anlatılan hikayenin doğruluğunu tasdik ile mükellef oluyoruz.
Zira bu kolektif dolandırıcılığın bir parçası haline gelmemek sizi insanlığın düşmanı falan kılıyor. Greta Thunberg örneğinde olduğu gibi. Kız bir normatif kişilik olarak ve tüm dünyanın istikbalini düşünerek bir şey söylüyorsa buna katılmakla mükellef oluyorsunuz.
Bakmayın kızcağızın akabinde racon kesen mahalle abisi gibi hesabı beş ülkeye yıkmış olmasına. Dilediğine hizmet de edebilir. Hiç sıkıntı yok. Neticede her şeyden kıymetli Greta’mız cümle cihanın kabul etmesi gereken normatif bir pozisyonu temsil etmektedir.
Okyanusya halkının belli aralıklarla sinema salonlarına doldurulduklarını anımsattık, ancak film izlerken ne yaptıklarını hatırlatmayı ihmal ettik. Dedik ya, kitlesel bir endoktrinasyon ayini ortaya konmaktadır.
İzlenen filmde cephede sürüp giden bir savaş, öldürülen ve esir alınan düşman askerleri, ve mutlak düşman figürü olan Goldstein görüldükçe sinema ahalisi hep bir ağızdan galiz şekilde hakaretlere başlamaktaydı.
Bir düşman olarak Goldstein insanların gözüne sokulmakta, bu adama karşı herkes tarifsiz bir nefret taşımaktaydı. Aynı Usame bin Ladin gibi.
Görüntüsü ekrana düştükçe mahvolması temenni edilen bu şeytani zat bütün insanlığın ortak düşmanıydı. Aynı Usame bin Ladin gibi.
Gerçekten var mı yok mu diye kimsenin sorgulayamayacağı bir adamdı Goldstein. Elbette vardı ve dünyanın mahvolması için aşağılık planlar yapmakta, insanlığın mahvı için uğraşmaktaydı Goldstein. Gebersindi. Aynı Usame bin Ladin gibi.
Gerçeğin yerini alan bu simulakr üzerinden koca bir kitleyi kontrol etmeyi başarmaktaydı sistem. Ancak bir hakkı teslim edelim, ikide bir oyuncu değiştirecek kadar zengin değildi Orwell’ın diktatörü. Bizim dünyamız daha zengin bir dünya.
Yarattığınız Usame kültü üzerinden Afganistan’a çıkmamacasına yerleşmek size yetmiyorsa, Zerkavi, Bağdadi kültleri de yaratabilir; Irak ve Suriye’ye çökebilir, bütün planlarınızı tatbik edebilirsiniz bizim dünyamızda.
Okyanusya daha fakir bir floraya sahipti bu bakımdan. Bunu da çok görmeyelim, baskıcı mankurtlaştırma ile özgürlükçü mankurtlaştırma arasında bu kadarcık fark elbette olmalıdır.
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan bir hikaye, günlerden bir gün diye noktalandı. Amerika, var olduğunu öne sürdüğü, yaşayan Hitler’i oyun dışına çıkardı.
Ebubekir El Bağdadi adında bir canavar varmıştı hani. “Heh o artık yok” dediler günlerden bir gün.
Yolunu kestiği Şii kamyon şoförlerini öldüren bu Ebubekir’e artık ihtiyaç yoktu. Üstelik Amerika o kadar başarılı bir operasyon yapmıştı ki, sadece Bağdadi değil, adının açıklanması düşünülmeyen halefi de öldürülmüştü. Fakat namahrem vardı işte, adını söylemek olmazdı.
Kaldı ki adından bize ne? Bize nefret etmemiz gereken kimse değil, uğruna nefret etmemiz gereken yüce idealler lazımdı.
Kapitalizmden başka ne olabilirdi ki bu? Biz kapitalizm uğruna nefret ededuralım, kimden nefret ettiğimizin bir önemi olmayacaktı. Aynı Allah-ı Zülcelal gibi.
Uğruna niyet ve kastederek bir şey yapmaya gayret et de, kapitalizm seni yarı yolda bırakmaz.
İşte bu sebeple, hiç acabasını sorgulamadan, ekranda gördükçe kendisine lanetler okuduğumuz Bağdadi karşısında doğru bir pozisyon almıştık. Kendisinin öldürülmesi insanlık için büyük bir adımdı, büyük bir hizmetti.
Ne mutlu bizlere ki kendisinin öldürüldüğü günleri gördük. Bunları söylerken kendimi salak yerine konmuş hissetmiyorum. Salak yerine konuyor olmam, kendimi salak yerine konuyor gibi hissetmemi gerektirmez öyle değil mi?
Önemli olan doğru olduğu bize dayatılan pozisyondan yana taraf olmaktır, doğru tarafı tutmaktır ve biz medeni dünyanın evlatları, kapitalizmin kulları doğru tarafı tutmaktayız. Varsın salak yerine konulalım. Bu kutlu yolda ne gam.
Diğer taraftan Greta Thunberg gibi profesyonellere inanmak, onlar gibi profesyonelce salak yerine koyanlara aldanmış olmak bizi o kadar da üzmemeli. Bağdadi’yi yaratanlardır onlar.
Neticede hiç birisi iş bittikten sonra Gökhan Özoğuz gibi önümüze 150 bin liralık belediye konseri faturası koymuyor. Aldatılırken aşağılanmıyoruz.