Taceddin Kutay
TT

Kuş değil balık

İsviçre’nin Aargau kantonunda belediye sokakta bulunan son telefon kulübesini de demonte etmiş. Yıllardır telefon kulübesinin olduğu o köşe başında bundan sonra büyük bir boşluk olacak, aynı kulübeleri demonte edilen diğer köşelerde olduğu gibi. Boşluk olacak diyorum zira adamların her boşalan köşe başına çökmeyi düşünen yerel iktidarları yok. Yerel iktidar derken mutlak olarak belediyeyi kastetmiyorum, rica ederim buradan da bir İmamoğlu tartışması ve her İmamoğlu tartışmasının doğal sonucu o hüzünlü mağduriyet çıkmasın. Sokakta neyin nereye konacağı ile ilgili karar vermeye mezun niceleri yaşıyor yurdumuzda. Neyse, o tartışmaya da girmeyeceğim, Allah tez zamanda gölgelerini kaldırıma düşmez etsin. Ben bir başka şeyi konuşmak istiyorum. Telefon kulübesi fonksiyonunu yitirmesi ile birlikte bir eski zaman ihtiyacı olarak görülmüş, yokluğu vücudundan daha fonksiyonel kabul edilmiş ve ortadan kaldırılmış. İsviçrelinin dünya algısına uymayan bir şey değil. Zira Avrupa’yı Avrupa kılan en önemli şey, hadiselere pragmatist yaklaşabilme kabiliyetidir. Bu yaklaşım sonrası geride kalan küllerden bir şey çıkartabilir bir Avrupalı. Örneğin telefon kulübeleri bir süre sonra lunaparklarda ve müzelerde yerini alır ve bir kültür objesine dönüşür. Klark Kent bunun içinde üstünü değiştirmekte, bu kulübe sayesinde bir süper kahramana dönüşebilmekteydi; az şey mi? Bu, Avrupalının hemen her kuruma ve her objeye karşı takındığı bir tavırdır. Sırf dedesi ile ninesinin aşkını borçlu diye bir kutuya sokak ortasında tahammül etmek zorunda değildir, ancak bunu tamamen yok etmek de aklının ucundan geçmez.  
Bu tutumun en önemli karşılığı, Avrupalının dine karşı sergilediği tutum ile gözler önüne serilmektedir. Madem din bir duraktır ve insanoğlu gelişimi içinde bu durakta çokca vakit harcamış ve gelişimi için önemli kazanımlar elde etmiştir, bu durak korunmalıdır. Ancak ne kadar önemli bir durak olsa da din, Avrupalı için geçilmiş bir duraktır. Treni o durakta durdurmanın bir alemi olmadığı aşikardır ve her geçilmiş durak gibi fonksiyonunu değiştirmek, bir başka şeye dönüştürmek zaruridir. Haydarpaşa Garı gibi anlayacağınız. Bir başka şeye dönüştüreceğiz de neye dönüştürelim kavgası yaşıyoruz. Bundan rant elde etmek de pek tabii mümkündür. Kapitalizm diye bir şeyi hepimiz duyduk. Bunun şartlarına riayet etmek zaruridir.
İşte dinin Avrupa toplumu açısından en önemli fonksiyonu, diğerlerinden ayrıştırıcı bir benlik kurma kabiliyetidir. Öyle karakteristik bir din ki, kültürel ögeleri ile Avrupa tarihinin asla bir parçası olamayacak olan Slavlardan, Müslümanlardan, Sarazen soylarından ve Türkler’den ayırt etmektedir Avrupalıyı. Bakmayın siz, aslında Yahudileri de listeye ekleyeceğim ama her Avrupalı bu cümleye bir şekilde itiraz ederek Yahudilerin Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu iddia edecektir. İkinci Dünya Savaşı sırasında kırdıkları cevizlerin kabukları sebebiyle o kadar ileri gitmeye cesaret edemezler. Yani din, din değil de bir başka şey olarak günümüz Avrupası’nda son derece faydalı bir fonksiyonu icra etmektedir. Noel var, paskalya var, dünyanın en estetik nikah merasimleri, vaftiz törenleri var. Her şey bir yana şehirlerinin en önemli güzelliği olan o kadar kilise yapısını ne yapacaklar? Varsın gitmesinler, o yapılar orada anlamlı şekilde duracaksa eğer dinleri bir şekilde var olmak zorunda. Neticede bir telefon kulübesinden bahsetmiyoruz. Buna mukabil, bir kuşa benzeyen dinin kanatlarını koparmış olmak Avrupalı için yeterlidir. Gökyüzünde lüzumsuz yere uçmayı bıraksın ve görüntü kirliliği olmasın. Din her şeyden önce aşkın hülyalar peşinde koşturmasın insanları. Bu birinci kanat. Onu koparmak çok da zor olmadı. On dokuzuncu asrın sonlarına doğru dini, kapitalist dünyanın ihtiyaç duyduğu makbul fertlerin yaratılmasında rol oynayan bir etik kuruma dönüştürdüler. Ferdinand Buison bunun neden yapılması gerektiğini ve nasıl yapılacağını kendince çok veciz bir şekilde anlattı. Meraklıları Buison’a müracaat etsin.  İkinci kanadı ise, koskoca Aziz Petrus’un kurduğu Kutsal Roma Katolik Kilisesi’nin kamusal alandaki hemen hemen bütün taleplerini tırpanlayarak kopardılar. Evet, din hala bir kuştu ama kanatları yoktu. Yani uçamıyordu. Zaten her kanatlı yaratık uçmak zorunda değildir. İnanmayan tavuğa baksın. Bu nasıl din diye sormaya kalkmayın. Öyle bir din işte. Öldükten sonra bir yere gideceğinize dair bir ümit beslemenize yarar bir şey.
Türkiye tarihi benzer bir dönüşümü gerçekleştirmek isteyen pek çok adamın varlığına tanıklık etti. Şimdi tek tek yüzleşmeyelim hepsiyle. Türk modernleşmesi diye bir şey var, literatürüne müracaat edilebilir. Adamlar alenen şunu dediler: Madem batılılar kuşun kanatlarını yolarak ehlileştirdiler ve evcilleştirdiler bu hayvanı, biz de yapalım. Nedir yani? Mevzubahis olan şey altı üstü iki kanattır. Her zıkkımı Avrupa’dan modelleyeceğiz ya, İsviçre çakısı gibi, hani şu Mahmutpaşa’da işportada da satılan ve asla kullanılmayacak olan tirbuşonun da eklendiği çakılar. İşte onu modeller gibi modelleyelim. İyi modelle de, kopartacak kanat bulamayınca ne yapacaksın? Bu sorunun cevabını da sonra düşünürüz. Hele bir sorun ortaya çıksın, nasılsa bir çözüm buluruz. Sorunlara iyi çözüm bulmakla övünen ve Avrupalıları pratik çözümler bulamayan mankafalar olarak gören bir şımarıklık bir zamanlar çok cariydi. Efendim bizim 2 saatte söktüğümüz asfaltı Avrupalı 3 haftada dökemezmiş. Doğru. En pratik çözümleri, başlangıçta en kötü planlamayı yapanların, dolayısıyla sürekli sorun ile muhatap olup buna çözüm arayanların bulduğu gerçeğini anlatsın bir hayırsever bu arkadaşlara. Din ile alakalı saçma sapan talepleri de bu bilmişlikten kaynaklanıyor. Sanıyor ki, iki kanadı keser, “Mevlanalar, Hacı Bektaşlar, Yunus Emreler...” şeklindeki o bildik listeyi tekrar eder, akabinde dinin sorun olarak gördükleri bütün özelliklerinden arınmalarını sağlarlar ve dünya diledikleri gibi olur. Olmaz efendiler.
Her şeyden evvel elinde tuttuğun bir kuş değil, balık. Kanat diye yolmaya çalıştığın şey hayvanın sadece yüzgeci değil solungacı, kuyruğu. O kuyruğu tutup olanca vandallığınla hayvanın ense köküne kadar çekersen ancak una bulayıp kızartabileceğin bir fileto geçer eline. Master Chef izliyorsan asitte de pişirebilirsin. Ama bir balık var olmaz artık.
Her geçen gün daha da komikleşen Türk medya sektöründe ve bu sektörü regule eden sosyal medyada gün geçmiyor ki benzer bir cahil cesaretine rastlamayalım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef tahtasına oturtmuşlar hezarfenlerimiz. Her şeyi bilen hezarfenlerimiz. Dünyada misli yoktur bu arkadaşların, kıymetlerini bilelim. “Diyanet hocası yoga caiz değildir dedi!” Akabinde sosyal medyada bir vaveyla. Sanki fetvayı umursadığın var. Fetvayı umursayan herkes bilir ki memlekette işine gelen fetvayı alabileceğin bir hoca bulunur. Derdi modern zamanda fetva kurumu. “Diyanet bu hafta da Atatürk’ü hutbede anmadı.” Cuma’ya gidip hutbeyi dinleyerek oluşturmadı bu rahatsızlığı, Diyanet’in internet sitesine girip hutbeyi didik didik ediyor. Bu sebeple Cuma hutbesini bayrak töreni sanıyor. “Kadın kocasına nasıl çay servisi yapar?” Babasına sorması gereken hesabı diyanete soruyor. İzledim filmi. Adam “Lan karı çay getir” diye bağırmıyor. Çay geliyor ve adam kadının yüzüne bakmıyor. Hani şu erinmeden bizim de evde hanıma servis ettiğimiz çay. Büyük erkeklik iddialarım yok. Dostlarım bizim ev düzenimizde mutfağın hizmetçisinin ben olduğumu bilir. Bunun üzerinden sosyal medyada kıyamet koparmak neden aklıma gelmedi diye düşündüm kara kara.
Hulasa o bildik yere geliyor bütün tartışma. İnsanları dinlerinden soğutuyormuş Diyanet. Din diye bildikleri şeyin din olmadığını balığa kuş muamelesi yapmalarından anlıyoruz. Katolik Kilisesi’nin tarihsel tecrübesi ile İslamiyet’i, hem de Sünni İslam’ın Türk yorumunu dizayn etmeye kalkıyorlar ya, cehaletlerini izhar ediyorlar. Milli Piyango haramdır demeyen diyanet istiyorlar. Çok ararlar. Bir kere de ahmağa anlatır gibi anlatalım: Balık bu hemşerim kuş değil!