Remzi İzzeddin Remzi
Mısırlı büyükelçi ve BM eski yetkilisi
TT

Arap devrimlerinin ikinci dalgası ile nasıl başa çıkmalıyız?

Tunus, Cezayir, Sudan, Irak ve son olarak Lübnan gibi bazı Arap ülkeleri 2019 yılında önemli hadiselere tanıklık etti.
Buna ek olarak, 2011 yılında beri devam eden gelişmelere diğer bazı Arap ülkelerinin başlattığı modernleşme, eonomik ve sosyal reform girişimleri de eşlik etti.
Bütün bu gelişmeler, tek bir tarihsel bağlamda, özellikle gençlerin Arap vatandaşları için daha iyi bir gelecek talepleri, doğrudan ve dolaylı halk baskısının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Bu son gelişmeler, 2011 yılından bu yana devam eden tartışmayı akla getiriyor.
Biz devrimler ile mi karşı karşıyayız yoksa bütün bunlar bir ayaklanma ya da komplodan mı ibaret?
Bu sorunun yanıtını tarih verecek. Devrimlerin üç ortak özelliği var:
Birincisi; devrimcilerin devrim aracılığıyla özgürlük, adalet ve onurlu bir yaşam sağlayarak insanları refaha ulaştırmayı gaye edinen yüce evrensel değer ve ilkelere ulaşmayı amaçlamalarıdır.
İkincisi; devrim uzun ve düz olmayan bir seyirde ilerleyen bir olgudur.
Üçüncüsü ve sonuncusu; Devrimler şiddetsiz değildir.
Fransız, ABD, Rus, Çin ve İran büyük evrensel devrimlerinin –kendisi hakkındaki farklı pozisyonlardan bağımsız olarak- aksine Avrupa’da İtalya, Fransa, Almanya ve Avusturya’da 1848 yılında gerçekleşen devrimler 19 ve 20’inci yüzyıllarda liberal politik sistemin gelişiminde önemli bir rol oynadılar. O dönemde Avrupa halkları, hüküm süren otoriter yönetimlere karşı ayaklanmışlardı.
Bu devrimler, engeller ile karşılaşıp tökezlediği hatta faşizm ve komünizm gibi daha baskıcı rejimler ortaya çıkardığı için başlangıçta başarısız olmuş gibi görünse de sonunda zafer halkların oldu.
İkinci Dünya Savaşı yani devrimlerin başlangıcından bir yüzyıl sonra Avrupa’da kademeli olarak demokratik yönetimlerin egemen olması ile insanların özgürlük ve adalet istekleri kazandı.
Elbette bu, ABD’li tarihçi Francis Fukuyama’nın belirttiği gibi liberal demokratik rejimin, siyasi sistemlerin en mükemmeli ve zirvesi ya da siyasi sistemlerinin gelişiminin tam ve nihai hali olduğu anlamına gelmiyor.
Bunun en iyi kanıtı, sözkonusu modelin ABD ve Avrupa ülkelerinde olduğu gibi geniş kesimlerin kendilerini dışlanmış ve ekonomik olarak haksızlığa uğramış hissetmelerinin ortaya çıkardığı şiddetli baskılara maruz kalıyor olmasıdır. Bu modelin halklara siyasi ve sosyal özgürlüklerin büyük bir kısmını sağlamış olduğu doğru. Ancak gölgesi altında yaşayan vatandaşların arzu ettikleri ekonomik adaleti gerçekleştirmekte başarısız olduğu da bir gerçek. Bunun en iyi kanıtı da politika ve ekonomide liberal sistemi benimseyen ülkelerde zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun gittikçe büyümesidir. Bu sadece gelişmiş ülkeler için değil Brezilya ve Şili’de olduğu gibi gelişmekte olan ülkeler için de geçerlidir. Ancak diğer siyasi sistemlerin aksine liberal demokratik sistem gelişebilir ve onarılabilir olduğunu da kanıtladı. Bu noktada eski İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in bir sözüne yer vermek istiyorum: “Demokratik sistem en kötü yönetim sistemidir. Ama daha iyisi olduğundan da emin değilim.”
Arap dünyasına dönersek, tarihi ve değerleri bu siyasi sistemin demokratik modeliyle çeliştiği için Arap dünyasının demokrasiye uygun olmadığı ifadesini çok duyduk. Bu ifade, insanlık medeniyetine büyük katkılarda bulunmuş Arap halkının tarihine hakarettir. Çünkü Arapların geçmiş tarihi dönemlerde politik gelişimden geri kalmalarının birçok nedeni vardır. Bunların başında da 21. yüzyıl uygarlığını yakalamasını engelleyen sömürgecilik gelmektedir.
2002 yılındaki ilk Arap İnsani Gelişme Raporu’nda, Arap dünyasında gelişme sürecini engelleyen sorunların temelinde siyasal ve sosyal özgürlüklere tanınmış alanın sınırlı olmasının yattığı dile getirilmiştir.
Bunun kanıtı olarak yaklaşık 10 yıl sonra 2011’de birçok ülkede halklar ayaklandılar. Bu halklar, temel olarak sosyal ve ekonomik adaletsizlik, siyasi özgürlükleri uygulama alanının sınırlanması etrafında dönen şikayetlerini dile getirmek için ayaklanmışlardı. Ancak son olayların da doğruladığı gibi bu şikayetler günümüzde hala mevcut.
2011’de patlak veren ilk devrim dalgası, yönetime yönelik korku duvarını yıkmayı başardı.
Halk, “ekmek, özgürlük ve sosyal adalet”  gibi daha iyi bir yaşam arzularını temsil eden sloganlar aracılığıyla şikayetlerini dile getirdiler. Diğer devrimlerde olduğu gibi halklar bu devrimlerde de söz konusu sloganları pratik ve net siyasi hedefleri yansıtacak biçimde pratiğe dökemediler.
Bunu  farklı nedenlere dayandırabiliriz: Siyasal İslam’ın devrimi rehin alma girişimleri, ulusal devletlerin zayıflamasna yol açan dış müdahaleler, şiddete başvurma, bunun da Arap halklarının daha iyi bir yaşam çabalarından vazgeçtikleri izlenimi doğuran karışılıklığı türetmesidir.
Daha sonra bir süreliğine devam eden bir sessizlik hakim oldu. Ama çok geçmeden -siyasi rejimler yönünden farklı olan- birkaç Arap ülkesinde vatandaşlar özellikle gençler, aynı şikayetlerini bu kez farklı bir yolla dile getirmek için sokaklara döküldü. Bu devrimler, ikinci dalga olarak tanımlandı. Ancak bu dalgada halklar birincinin aksine taleplerini, daha açık seçik siyasi hedefler ve mekanizmalar ile dile getiriyorlardı. Bu da demokrasiye geçişte daha olgun yeni bir evrenin başlangıcını temsil ediyor olabilir. Sudan, Tunus ve bir ölçüde Cezayir’de dinin siyasetten ayrılmasının önemine, siyasi katılım temelinde uzlaşmanın sağlanabilmesi için siyasi tarafların karşılıklı tavizler vermeleri gerektiğine dair farkındalık arttı. Irak ve Lübnan’da ise politik mezhepçiliğe muhalefet, halk ayaklanmalarının en önemli özelliği haline geldi.
Bu sahnenin karşısında şu soruyu sormalıyız: Arap dünyası bu zorluklarla Arap halklarının beklentileriyle örtüşecek biçimde nasıl başa çıkabilir? Bunun ilk adımı, halkın taleplerine uygun şekilde yeniden biçimlendirilmiş ulusal devlet yapısını geri almaktır. İkincisi, Arap sistemini restore etmektir. Buna da Yemen, Libya, Irak ve halkın şikayetlerine dış müdahalelerin karıştığı Suriye’de siyasi çözüme ulaşmakta etkin ve ortak bir rol oynanarak başlanabilir. Bunun yanında Arap ulusal güvenliğinin ayrılmaz bir parçası sayılan Körfez’in güvenliği, Kızıldeniz’in güvenliği ve Nil suları sorunu gibi Arap dünyasını çevreleyen tehditlere karşı ortak bir pozisyon belirlenmelidir. Ayrıca Filistin sorununun birinci sıradan ikinci sıraya düşmesi tehlikesi ile de mücadele edilmelidir. Bölgede durumun daha karmaşık ve kompleksli duruma gelmesine yol açan dış müdahaleleri azaltmanın tek yolu budur.
Yol uzun ve kademeli bir şekilde ilerlemektedir. İlk kademesi de Arap ülkeleri arasında bir işbirliği ve eşgüdüm formülü bulunmasıdır. Bunun için de etkili ve ortak bir Arap eylemi geçmişi olan, bölgede siyasi arenada hareket eden küresel güçler ile etkin bir biçimde başa çıkabilecek Arap ülkelerinin çekirdeğini oluşturduğu bir yapı oluşturmak gerekiyor. Bana göre bunun ilk adımı da Suriye krizinde ortak bir Arap pozisyonu ortaya koymaktır.
Nitekim bu Arap dünyası ile sınırdaş İran, Türkiye, İsrail ve Etiyopya gibi etkili ülkeler ile başa çıkmakta daha iyi formüller bulunmasına olanak tanıyacaktır.
Aksi takdirde Araplar, bölünmüş, hayatta kalmak için başkalarına bağlı ve bağımlı oldukları bir döngünün esiri olmayı sürdüreceklerdir.
Geçmişte bunun doğru bir şekilde gerçekleşmediği doğru ancak bu, gelecekte de gerçekleşmesinin imkansız olduğu anlamına gelmiyor. Özellikle Körfez, Suriye, Lübnan veya Libya’da olsun dış müdahalelere izin vermenin tek taraflı ve ortak Arap çıkarlarına zarar verdiğini anladığımız zaman. Geçmişin dersleri bizleri hesaplarımızı gözden geçirmeye itmelidir.
Son olarak, 1848 devrimlerinin Avrupa’da demokrasiyi pekiştirmesi bir yüzyıl sürdü. Ancak teknoloji ve bilişim devriminin gölgesinde tarihin de daha hızlı hareket etmesi muhtemel.