Taceddin Kutay
TT

'Akülü araba'

Samsun’un İlkadım ilçesinde Emniyet Müdürü’nün de iştirak ettiği bir etkinlikte çocuklara trafik eğitimi verilmiş. Ne güzel şey. Her şeyden ziyade ihtiyacımız olan şeylerin başında trafik eğitimi geliyor. Çocukların trafik tasavvuru ne yazık ki ekseriyetle trafik teröristi olan babaların sürdüğü arabalarda şekilleniyor. Bu tarz eğitimler bu sebeple oldukça mühim. Fakirane kanaatim çocuklara kuraldan ziyade trafik mantığının anlatılması gerektiği.
Örneğin, otobanın sol şeridinde maşallahlı boncuk dağıtılmadığını, sağdan gitmeleri halinde kendilerini aşağılanmış hissetmeleri gerekmediğini anlatmışlardır umarım çocuklara. Yahut korna denilen cihazın aslında tehlike anında çevreyi ikaz etmek maksadıyla arabaya takıldığı ve henüz yeşil yanmadan “bas gaza hemşerim”  demek için var olmadığını anlatmışlardır inşallah. Aracın farını görmemiş gibi son ayarına kadar yükselterek, hem önde giden aracın hem de karşıdan gelenlerin gözlerini almamaları gerektiğini falan da anlatmışlardır çocuklara.
En azından çoluk çocuğumuz adam gibi bir trafik düzenine sahip olur bir gün diye niyaz ediyoruz. Oryental bir arızadır düzelmez demeyelim. Asla düzelmez denilen sigara ahlakımız belli bir seviyeye geldi. Çocukluğunda şehirlerarası otobüslerde pasif içicilik yapmış bir kimse olarak geldiğimiz seviyeden çok memnunum.
Neyse efendim, trafik adabını anlatabilmek için polis amcalar meydana bir trafik pisti kurmuş ve getirdikleri akülü arabalar ile çocuklara eğitim vermiş. İşte tam o anda meydanda altı yaşında bir çocuk peyda olmuş. Çocuk dedimse Robert Owen’ın ıstılahlarından nasibini alamamış bir çocuk adam. Elinde bir tepsi simit varmış bu çocuk adamın. Yemek için değil elbette, satıyormuş bu simitleri. Çocuk dediğin ne yer ki zaten? Polis amcalara gitmiş ve akülü arabaya binmek istediğini söylemiş. Polis amcalar da elbette bu genç dahi olmayan emekçiye çocukluğu içinde bir parantez açmış ve akülü araba ile bir kaç tur attırmış.
Gazetede okudum bu haberi ve utandım. “Polis duyarsız kalmadı” başlığı ile bu haberi sunmuş gazetelerimiz. Bahsi bile ayıp. Bir yavru, akülü arabaya binen yavruların arasına karışarak “ben de binebilir miyim?” demiş. Polisten devriye aracını istememiş yani. Akülü araba süren çocuklar arasına karışmak istemiş. Çocuk olduğunu hatırlamak, çocukluğun gereğini yerine getirerek bir tur atmak istemiş. Ama çirkin ördek yavrusu olunca garibim haber olmuş. Üstelik lütufmuşçasına haber olmuş. Dedim ya bahsi bile ayıp. Eminim polisimiz de duyarsız kalmak gibi bir denkleme oturtmamıştır hadiseyi. “Elbette sen de sürersin aslanım. Çocuklar için buradayız ve sen de bir çocuksun. Senin de hakkın” demiştir. Hepimiz tanırız polisimizi, hakikaten insaf merhamet sahibidir. Her kurumda olduğu gibi orada da vardır bir kaç arıza. Kadı kızında da olan kusur nev’inden yani.
Yukarıdaki hadiseyi haber kılan şey elbette akülü arabanın polislerin gözü önünde ehliyetsiz şekilde sürülmüş olması değil. Bizim çirkin ördek yavrusu meğer bir mülteci çocuğuymuş. Nereli olduğundan bize ne? Adı Muhammed Raşid. Çocuğun adı olur, yaşı olur, ne bileyim sümüklü burnu olur; ırkı, dini, mezhebi olmaz. Andersen bilmiyor muydu bu gerçeği? Çirkin ördek yavrusuna yapılan haksızlıklar da hep kökeni sebebiyle değil miydi? Günü geldiğinde dünyalar güzeli bir kuğu olacak olsa da, ördekler arasında bir çirkindi işte o masaldaki gariban da.
“Keşke Muhammed Raşid’e o arabayı hediye edebilsek” diye içimden geçirdim. Sonra birden kendime geldim ve Körfez’in zengin şeyhleri gibi davranmanın bir alemi olmadığını fark ettim. Dünyadaki bütün sorunlara yönelik tek çözüm imkanı vardır o amcaların. “Çözüm mü? Kaç para lazımmış?” Para lazım değil efendi. Yani elbette lazım da, paradan başka şeyler de lazım. Zaten hayat kaygısı para kazanma üzerine kurulmuş bir yavruyu parayla mı kurtaracağız bu durumdan? Kendisine yöneltilen ufacık merhameti de “duyarsız kalmamak” üzerinden okuyarak bir lütuf haline getiren merhametsizler dünyasında paradan daha başka şeylere muhtaç Muhammed Raşid.
Sırrı imtihan olsa gerek, pergar-ı âlem özellikle Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı bu mültecilik halini olmazlar üzerinden çizmiş. Bir tarafta bu insanlara zaten insanımsı muamelesi yapan bir Batılı var. Olsun o öyledir zaten. Leopold von Ranke “Avrupa’yı Avrupa kılan büyük solukların sonuncusu kolonyalizmdir” demişti. Adam açısından varlığına içkin bir şey bir tarafıyla bu tutum. Sayıp sövmenin bir alemi yok.
Diğer tarafta ise bu fıkaraya el uzatması gereken, en azından öyle olduğunu umduğumuz koca bir İslam coğrafyası var. Burada da beş refleks var. Doğudan batıya sıralayacak olursak aşağı yukarı şöyle bir manzara ile karşılaşırız:
Uzakdoğu’daki Müslümanlar zaten güç bela idame-i nizam eden fukaralar. Bize muhtaç olmasınlar kafi.
İran desen, bütün dünyayı benzin dökerek yakabilir, yeter ki enstrümantalize ettiği mezhepçiliği üzerinden sürdürdüğü Machtpolitik bir seviyeye gelsin. Müslüman mülteci ehl-i sünnet ise zaten İran açısından ‘insanımsı bir fazlalık’. Derdiyle dertlenmenin bir alemi yok. Yok, Şii ise, orada burada ucuza savaştırabileceği ve öldüğünde arkasından Fatiha okumak zorunda olmadıkları bir aletten başka bir şey değil.
Körfez için söz konusu fukaranın varlığı büyük rahatsızlık. Petrol üzerine tesis ettikleri yalancı cennetleri bunların varlıkları ile rahatsız edilmemeli. Dedik ya, hayata yönelik yegane çözüm önerisi “Kaç para lazım?” sorusunun cevabına bağlı.
Arap coğrafyasının geri kalanı açısından bu fukaranın ne yapıp ettiği tasa edilemeyecek kadar tâli bir mesele. Yeter ki çark dönsün ve Amerika ülkelerine demokrasi getirmeye kalkmasın. Suriye krizinin büyük yüklenicilerinden Ürdün’ü burada zikretmeden geçmemeli. 
Geriye Türkiye kalıyor. Tatar Ramazan izleyerek büyümüş pehlivanların ülkesi. “Ben bu oyunu bozarım!” diye haykırarak cümle cihanın mazlumlarına el uzatmaya çalışan gölgesi cisminden büyük bir ülke. Muhammed Raşid bu sebeple Samsun’da simit satıyor. Akülü arabaya binme sırası gelince biniyor. Etimiz budumuz Muhammed Raşid’e akülü araba tahsis etmeye ve “Al oğlum bu da senin makam aracın” demeye yetmiyor. Ama sırası gelince o arabaya biniyor Muhammed Raşid. Arabadan inince, muvakkaten yaşadığı çocukluğu son bulunca yani, simit tepsisini kucaklayarak ekmeğini kovalamaya gitmesine mani olamıyoruz. Maalesef olamıyorum. Siz de olamıyorsunuz. Ama Muhammed Raşid’in akülü arabaya binmesi pek çoğumuzu mutlu ediyor.
Riyakarlık yapmayalım, hepimiz mutlu olmuyoruz Raşid’in akülü arabaya binmesiyle. Dünyanın en muhteşem toplumu imiş taklidi yapmayalım. Bir medünetül fazıla değiliz. “Türk çocukları akülü arabaya binemezken Raşid niye binmiş?” diye tırnaklarını yiyen nevzuhur bir nefret bu topraklarda yeşertilmeye çalışılıyor. Siyanürle intihar modasını mültecilere bağlayan anlaşılmaz bir aklın tezahürü bu. Altı yaşında çocuğun Türk, Rum, Ermeni, Şopar vb. olamayacağını anlayamayacak bir nefret bu. Abartmıyorum. Düne doğru şöyle bir bakın, kavga eden çocukların kavgasını, çocuklardan birinin annesi olan Arap kadını darp ederek çözen hayvanın da bu nefretten hissemend olduğunu göreceksiniz. Evladının gözü önünde darp edildi o kadın. Çirkin ördek yavrusunun anası diye darp edildi. Bu vandallığın daha da büyümesine izin vermemek, hayvan ile insanı birbirinden ayırmak gibi bir mükellefiyetimiz var.
Ama bildiğim bir şey var. Bildiğim değil daha doğrusu, çok itimat ettiğim bir adl-i ilahi var. Bir gün o çirkin ördek yavrularından birisi dünyalar güzeli bir kuğu olarak karşımıza çıkacak. Adı Muhammed Raşid mi olur bilmem. Ama çıkacak. Bana inanmıyorsanız Andersen’e inanın. Ne de olsa adam Danimarkalı. Ve bir kısmımız o gün o kuğuya tahsinlerle bakıp maşallahlar çekeceğiz. Vandal soyları ise “dünün çirkin ördek yavrusu” diyecek. Hadi Raşid, o kuğu sen ol!