Taceddin Kutay
TT

Kanal İstanbul'un ihalesini Handke'ye verelim

Raymond Williams, Kültür kavramının Latince ekip biçmek anlamına gelen “Colere” kökünden nasıl olup da dönüştüğünü ve peynir kültürü ile kültür dediğimiz şeyin nasıl olup da aynı kelime ile ifade edildiğini vazıhan anlatır.
Kültür, bireyleri ve toplumu dönüştürmeyi amaçlayan modern bir kavramdır. Reckwitz, kültürü modernitenin kendisini tanımlamakta kullandığı nevzuhur kavramlardan birisi olarak tanımlar. Evet, kültür; tarih, toplum vb. gibi kavramlardan birisi olarak modern dünyayı premodern dünyadan farklı kılan ayraçlardan birisidir.
Schiller’in ifadesini bizzat okumadım, ancak Eagleton’ın yalancısıyım; Schiller, kültürü kendisinden sonra hegemonya olarak adlandırılacak olan kavram ile özdeş gördüğünü söylemiş. Hulasa, kültür bireyi ve toplumu dönüştürücü bir ögedir ve bu enstrümana sahip olduğunu düşünenler, bununla hegemonyayı yaratmak ve tahkim etmek amacındadır.
Kültür bir iktidar enstrümanıdır. Uzatmayalım ve yazımızı kültüre giriş dersine çevirmeyelim. Ancak şunu da ekleyelim: birileri bir yerlerde yeni bir hegemonya tesis etmeye çabalıyor ve bunu gözümüze soka soka yapıyor.
Sadece bize mahsus bir siyasal yarılma değildir, misallerini tüm dünyada görmekteyiz ki yerelciler (yahut ulusalcılar. Kavramı siz seçin) ile küreselciler arasında bir siyasal mücadele sürüp gitmekte. Türk siyasal skalasındaki her siyasi hareket bu yarılmadan nasibini aldı.
AK Parti içinden çıkan küreselciler ki buna gerçekten iman etmektedirler, küresel baskıya direnmenin anlamsızlığını vurgulayarak Erdoğan siyasetinden koptular. Vitrindeki temsilcisi Ali Babacan, AK Parti ile gönül bağının kopuş tarihini 2011 olarak açıkladı. Baykal’a düzenlenen kaset komplosunun, akabinde ulusalcı kanadın CHP’den tasfiye edilişinin ve CHP’nin küreselciler tarafından dönüştürülüşünün miladı sayılır. Çok geçmedi, CNN, Gezi Parkı’na canlı yayın araçlarını kurdu ve Gezi garabeti yaşandı.
MHP’yi kaset komploları ile dönüştüremeyenler kurultayda şansını denedi. Olmadı. Küreselcileri MHP’den koptu ve bir başka parti kurarak Türk milliyetçiliği içinde küreselci kanadı temsil edecek bir siyasal hareket meydana getirdi.
15 Temmuz karşısında herkesin nasıl pozisyon aldığı bu tabloya uyumlu şekilde okunmalıdır. “Kontrollü darbe” söylemi ve 15 Temmuz’da ortaya konan milli direnişi itibarsızlaştırma çabası “bu kadar da yerel olunmaz” demenin bir başka türüydü.
Dünyaya rezil oluyorduk. Darbecileri yargılamak bir kara leke olarak alnımıza sürülmüştü. Milli söylemler ve talepler “Erdoğan diktatoryası”nı besleyen hamasetten başka bir anlama gelmemekteydi. Uluslararası toplumun taleplerine kulak asmalı, yerli talepleri ise faşist olarak damgalamalı ve gayrımeşru görmeliydik.
Görmüyor musun? Dünyaya rezil oluyorsun.
Garibim Mesut ve İlkay, ne gibi bir garabet ile karşı karşıya kalacaklarını bilemediklerinden boş bulunup, ata toprağı gördükleri Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ile poz verdiler. Her ikisi de Almanca’yı Türkçe’den iyi konuşan, milli takım tercihlerini Almanya’dan yana kullanmış başarılı futbolculardı. Dünya ayağa kalktı. Nasıl olur da Erdoğan ile yan yana poz verme cüretini gösterirlerdi? Bu tutumlarından vaz geçmezlerse Almanya formasını giymeleri mümkün değildi. Neticede Rusya’daki Dünya Kupası’na Mesut olmadan gitti Almanya.
Kepaze olduğuyla kaldı Panzerler. Eee, Alman panzerinin geri vitesi yoktur. Adamlar iki genç adamın kimin ile yan yana poz vereceğine burunlarını soktu. Veremezlerdi efendim. Neticede Erdoğan, Batılı değerlerle barışık bir figür değildi ve insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi dünyayı güzelleştiren kavramlara çok uzak bir kimseydi. Her şey bir yana “One Minute” demiş, İsrail’in meşruiyetini sorgulamış, “Dünya beşten büyüktür” gibi büyük iddialar ortaya koymuştu.
Küreselcilerimiz bu rezalette dahi Türkiye’yi çırak çıkardılar. Dünyaya rezil oluyorduk. Boş hamasi söylemlerle, yerlilik-millilik gibi modası geçmiş ve dünyayı bize düşman kılan değerlere yapışarak tüm dünyaya rezil oluyorduk. Çok değil, biraz olsun beynelmilel değerleri kucaklamalı ve bu rezalete bir son vermeliydik. Aksi takdirde kimse bize bir bardak su vermez, dahası vermemekte de haklı olurdu. Neticede terviç ettiğimiz şeyler insanlığın saadetini amaçlayan normlar ile uyuşmamaktaydı.
Be kardeşim, adamlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının, üstelik bir bayanın bindiği arabayı Hollanda’da demir testeresiyle kestiler, diplomatik teamül bırakmadılar ortada.. E olsun, neticede kendisi Erdoğan’ın bakanıydı. Erdoğan, Gezi Parkı’nda biber gazı sıktırmış, çevreci gençlere “çapulcu” demişti. Hak etmiştik yani.
Beynelmilel değerleri bu kadar haleldar edersen dünya karşına geçerdi. Hala bizleri buna ikna etmeye çalışıyorlar. Gerçekten şuna inanmamızı istiyorlar ki, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de, Kuzey Suriye’de, Kıbrıs’ta baskılayanlar bunu idealist dürtüler ile yapmaktalar ve bizler hukukun üstünlüğü, demokrasi kalitesinin yükseltilmesi ile onların gönlünü alabiliriz.
Bu kavga gürültü sürüp giderken imdada Nobel komitesi yetişti, edebiyat ödülünü Peter Handke’ye vermeye karar verdi. Şu ünlü Miloseviç sevici Avusturyalı yazar. Saraybosna’daki Tržnica katliamını, Srebrenitsa katliamını, Kosova’nın Reçak Köyü katliamını selamlayan, Miloseviç’in matemini tutan bu adam Nobel’in Barış Ödülü’nü değil de Edebiyat Ödülü’nü almaya layık görüldü. Nobel var ya hani, dinamitin mucidi Alfred Nobel’in adına barış ödülü veren İsveçli garabet. Barış ödülü verirken edebiyat ödülünü Handke’ye vermekte bir beis görmediler.
Ne yaparlarsa yapsınlar, bu durumdan bir mağduriyet yorumu çıkartacak değilim. Bununla birlikte tesis edilmeye çalışılan yeni hegemonyanın karakterini anlamamızı sağlayan bir durum ile karşı karşıyayız. Sizi dünyaya rezil eden şeyin ne olacağı ile ilgili açık seçik yeni sınırlar belirlenmekte. Soykırım meddahı olmak sizi “Dünya beşten büyüktür” demek kadar rezil etmiyor. Sizi dünyaya rezil eden şey küresel taleplere direnmek, yerel çıkarları bunların önünde tutmak.
Böyle bir “densizlik”te bulunursanız Allah muhafaza, insanlar sizinle yan yana poz dahi veremez, sizden nefret etmemek gibi bir ayıbın altına imza atamazlar. Size karşı tertip edilen darbelerin meşru olması mümkün olur, darbeye direnmek ise “demokrasiyi katletmek” anlamına gelir. Neticede tüm dünyaya rezil olursunuz.
Öte yandan küresel taleplere hizmet eden her türlü rezaleti irtikap etmek gibi bir hakkın vardır ve bu ulvi amaca götüren ayıpların ayıptan, günahların günahtan sayılmaz. O halde ne yaptığın değil, nereye selam çaktığın dikkat etmen gereken asıl şeydir.
Bu gerçeği gözümüze gözümüze sokarken el oğlu, biz viran olası hanede Kanal İstanbul tartışması yapıyoruz. Montrö’yü bir şekilde baypas etmeyi amaçlayan ve özellikle Karadeniz üzerinde Türkiye’nin elini güçlendirecek olan bir proje...
Elbette bu tarihi öneme sahip proje basit siyasal tartışmalara meze yapılmıyor, aksine bu tartışma Türk siyasal arenasındaki küreselciler ile milli talepleri dillendirenler arasında süren tartışmanın önemli bir ayağını oluşturuyor.
Hasıl-ı kelam Kanal İstanbul, Kanal İstanbul’dan çok daha fazla şey ifade edecek. Yaparsak dünyaya rezil olacağız; yok yapmazsak demokrasi, insan hakları, beynelmilel hukuk ve özgür dünya kazanacak. Zira yeni hegemonyal paradigmanın çıkarımı bu olacak.
İyisi mi, biz bu Kanal İstanbul’un ihalesini Handke’ye verelim. Neticede adamın dünyaya rezil olma eşiği çok yüksek. Kim bilir, belki müteahhit Handke olursa dünyaya rezil olmadan projeyi tamamlarız. İdaresi bizde olmayıversin kanalın ne olacak.
Mesele dünyaya rezil olmayalım. Ne dersiniz?