Taceddin Kutay
TT

Satın alınmış sadakatler ve Libya

İrili ufaklı yüz elliye yakın kabileden oluşan bir devlet olan Libya’yı bir şekilde bir arada tutabilmesi Muammer Kaddafi'nin büyük başarısıydı. Söz konusu kabileleri sisteme entegre etmeyi başarmış, refahı halk arasında mümkün mertebe yaymıştı. Evet, bir taraftan baktığınızda deli bir adamdı, anlaşılması zor, diplomatik bir muhatap olarak çıldırtıcı, ancak başarılı bir yöneticiydi. Trump’ın Amerikan başkanı olduğu dünyada Kaddafi’nin deliliğinden bahsetmek abesle iştigal değil midir? Neticede bir Nero değildi. Baas rejimlerinin aksine Libya, halkı için hiç de mutlak bir korku imparatorluğu değildi. Tamam, yüksek demokratik standartlardan bahsetmiyoruz. Kaddafi'nin halkı tarafından çok sevilen bir adam olduğunu da iddia etmiyoruz. Ancak Hafız Esad’ın Suriye’si ile yahut Saddam Hüseyin’in Irak’ı ile mukayese edilmeyecek kadar açık bir toplum olduğunu biliyoruz Kaddafi Libya’sının.
Kaddafi’nin üç aşamalı bir savunma sistemi vardı. Bir kişinin şerrinden emin olmak istediğinde, kendi iktidarını tehlikeye atmayacak bir pozisyona getirerek sisteme entegre eder ve bu kimsenin yönetimini sahiplenmesini beklerdi. Böyle bir imkân yoksa bir şekilde yeraltı kaynaklarının oluşturduğu zenginlikten önemine göre pay sahibi kılardı. Söz konusu kimse eğer umut vaat etmiyor ve Kaddafi rejimi için tehdit olmayı sürdürüyorsa da uzun hapis süreçleri, idama varacak tehditler ile yıldırmayı tercih ediyordu. Ancak bu Kaddafi için ancak bir hıyn-i hacet akçesi idi. Suriye Muhaberatı gibi yağmurlu havada gökyüzüne baktınız diye soluğu kodeste almazdınız.
1969 yılında gerçekleşen devrim ile yönetimi ele geçiren Kaddafi, kendi kabilesinin adamlarını en stratejik mevkilere getirirken, diğer kabilelerin temsilcilerini de bir yerlere getirmeyi ve memnun etmeyi ihmal etmemişti. Fakat neticede tesis ettiği bir satın alınmış sadakatti. Köklü bir toplumsal ittifak değildi Libya’nınki. Dönemsel bir çıkar tatminiydi. Herkes açısından böyleydi.   
Dedik ya bir şekilde bir araya gelmesi mümkün olmayan bileşenlerden bir sistem çıkartan Kaddafi dengenin bozulmasına kurban gitti ve acı şekilde can verdi. Kaddafi sonrası düzen Libya'da artık geri dönülemez şekilde bozuldu ve taşlar yerinden oynadı. Libya üzerine çalışan ciddi araştırmacılar, nepotizm üzerine bina edilen sistemin yıkılmasının bir anlık tatminsizlik hissi ile olduğunu söylediklerinde “yok canım” demiştim. “Varfalla kabilesi başta olmak üzere birtakım büyük aileleri biraz daha tatmin etseydi akıbeti daha değişik olurdu” diyenleri sözün şehvetine kapılmış adamlar olarak değerlendirmiştim. Ne yalan söyleyeyim ikna oldum.
Türkiye’nin tam iki katı bir yüz ölçüm, altı buçuk milyonu bulmayan nüfus, üç bölgeye ayrılmış bir ülke ve satın alınmış sadakatler ile tesis edilmiş bir huzur. Sanırım haklıydı yukarıdaki yorumu yapanlar. Bu sebeple Libya ile ilgili analizlerde “yok efendim General Hafter laiktir, falanca İslamcıdır” şeklinde sunulan önermelerin bir kıymeti harbiyesi yok. Neticede ulus devlet olma sürecini geride bırakmış olan Mısır’dan bahsetmiyoruz. Libya denkleminde sonucu belirleyecek olan yegâne şey kabileler arasında kurulacak olan dengedir. Zira her Libyalı önce bir kabilenin mensubudur, ardından Libya devletinin vatandaşıdır.
Ezcümle Libya’da yaşanan bir hak-hakikat kavgası değil. Elli senelik alışkanlık, sadakatin bir karşılığı olması gerektiğini vaz ediyor Libya sokağına. Ve Körfez’in yaramaz çocukları bu alışkanlığın üzerine gitmeyi tercih ediyorlar. Ömrünün yirmi beş senesini Amerika’da geçirmiş olan Halife Hafter’i finanse ederek bir takım sadakatleri satın alacaklarını hesap ediyorlar. Neticede Hafter de uluslararası camia tarafından tanınmış olan hükumete karşı savaşırken yüce insanlık ideallerini temsil etmiyor. Libya’nın yer altı zenginliklerinin nerelerle paylaşılacağına yönelik başka hesaplar yapanlar tarafından semirtilmiş bir general eskisi. Birtakım ittifaklar ile mevcut karmaşadan istifade ediyor
Sigmar Gabriel’in itirafı ile Libya’da çatışan tarafları sürekli olarak destekleyen ve kargaşanın sürmesini talep eden güçlerin elini görüyoruz Libya krizinde. Hafter’in desteklenmesi, yalnızca Hafter’in desteklenmesi anlamına gelmiyor, aksine birtakım kabilelerin birtakım kabilelere karşı desteklenmesi anlamına geliyor. Hal böyle olunca yarık derinleşiyor. Buna mukabil Türkiye bir tez ile ortaya çıkıyor. Hiçbir kabilenin yahut ailenin değil, meşru hükumet olarak kabul edilmiş olanın, yani Libya devletinin yardımına koşuyor. Peki, bu ne anlama geliyor?
İtalyan General Rudolfo Graziani’nin itibarını beş paralık eden bir kahramana sahip Libya. Ömer Muhtar gibi bir kahramanın kültü önlerinde duruyor. Bu kültün birleştiriciliği üzerine bir hikaye bina etmek, buradan bir millet meydana getirmek son derece mümkündü. Hala mümkün.  Buna rağmen millet olmayı başaramamış, premodern Kuzey Afrika toplumunun tüm alametlerini üzerinde taşıyor. Zira Kaddafi, Anthony Quinn’i Ömer Muhtar’laştırırken kendi kültünü büyütmeyi tercih etti. Hal böyle olunca sadakati Libya’ya değil kendisine istedi ve vurguladığımız gibi metodu da satın almak olarak belirledi. Neticede kaybetti. Yüce, aşkın bir ideale inandırılmamış insanlar topluluğu olarak Libyalılar pamuk ipliğine bağlı bir dengeyi sürdürdüler. Libyalılara Libyalı diyen biziz. Onlar kendilerine başka başka şeyler diyorlar. Kaddafa kabilesine mensupsanız örneğin Kaddafi oluyorsunuz. Ancak Libyalı olmuyorsunuz.
 Bakmayın siz “Ulus devletlerin sonu geldi, ne lüzumu var?” diyenlere. Mutlaka geçilmesi gereken bir durak olarak Libya halkının karşısında duruyor; bir millet olmak hedefi. Zira Libyalının karşısında o durağa uğramadan varabileceği bir durak bulunmuyor. Buradaki çok parçalılıktan faydalanarak yeni satılık sadakatler yaratmaya çalışmak Libya insanına “premodern kal” mesajı vermekten başka bir anlama gelmiyor. Bu sebeple Libya’ya ayak basan Türk askeri, hedefini devlet ve kamu kurumlarını korumak ve teröristlerin tasallutundan uzak tutmak olarak açıklarken “siz bir milletsiniz” mesajı veriyor. Akdeniz’in bir kısmına uluslararası hukuka uygun şekilde şerhini koyan anlaşmayı da bu milletin temsilcisi olan devlet ile yapıyor Türkiye. Meşruiyeti kendinden menkul güç odaklarıyla değil.
Hulasa, Libya devletini Libyalılardan daha ziyade devlet kılan aktör Türkiye oluyor. Zaten Libya’da bu sebeple Türk askerini davet ediyor. Yoksa heveslisi çok.
Sevgili okurlarımız hatırlayacaktır, Kaddafi’nin devrilmesinin akabindeki süreçte çok ilginç bir resim sokulmuştu gözümüze. 2011 yılının Eylül ayıydı, başkent Trablus, ihtilalcilerin eline yeni geçmişti. Her yerde bombalar patlamaya, taraflar çatışmaya devam ediyordu ki Mısır ve Tunus’a yaptığı ziyaretin hemen akabinde buraya gideceğini söyledi dönemin Başbakanı Erdoğan. Ortalık karıştı, Erdoğan’ın ziyaretini öğrenen Sarkozy yatağından kalktı, üstünü doğru dürüst giyinmeye fırsat bulamadan yanına İngiltere Başbakanı Cameron’ı da katarak soluğu Libya’da aldı. Kaşla göz arasında. He unutmadan söyleyelim iki yüz kişilik komando birliği de kendisine eşlik etti. Şimdi o Fransa’nın başında Macron var. Sabık Alman Dışişleri Bakanı Gabriel’in ithamıyla Hafter’i el altından destekleyen Macron. Türk askerinin Trablus limanına inmeye başladığı şu günlerde her zamankinden daha öfkeli. Suriye’den sonra Libya’da da Türkiye ile karşılaşmaktan son derece rahatsız. Olsun. Ona da kızmak yakışıyor. He bir de Körfez’in şeyhleri var. Yine kınamışlar. Olsun. Onlara da kınamak yakışıyor.