Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Geleneksel miras ve dini düşüncede ıslah

Ezher Üniversitesi tarafından "Dinde Yenilenme (Tecdit)"  konulu büyük bir konferans düzenlenmişti. Panelistlerden biri olan Kahire Üniversitesi Rektörü Dr. Muhammed Osman Haşt ile Ezher Rektörü Ahmed Tayyib arasında gelenek ve Eş'arilik üzerinde bir tartışma yaşanmıştı.
Yirminci yüzyılın 60'lı yıllarında, Arap aydınları arasında geleneğe yaklaşımımızın nasıl olması gerektiği yönünde şiddetli tartışmalar yaşanıyordu.
O zamanlar henüz radikalizm ve terörizm gündemimizi meşgul etmiyordu. Gelenekten kastımız: Ahlaki, sembolik, entelektüel, maddi ve itikadi yönleriydi. Arap aydınlar genel olarak ‘geleneği’ reformun ve çağdaşlığın önünde bir engel olarak görüyordu.
Muhammed Arkoun’a göre gelenek, gerici Müslümanların elinden kurtarılıp yeniden yorumlanmalıydı.
O zamanlar büyük din âlimleri, bu aydınlara karşı tartışmaya girmemeyi tercih ediyordu.
İslamcı aydınlar ise daha çok laiklik eleştirisi ve ulus devlet muhalifliğiyle meşguldü.
Fikri olarak olgunlaşmaya yeni yeni başladığım seksenlerin başında bu sert ‘gelenek karşıtlığını’ anlamakta zorluk çekiyordum. Çünkü 80'lerden önce tüm çevrelerde, dini ve kültürel geleneğin egemenliği söz konusuydu.
O zamanlar tartışmalar politik sorunlar ve iç ekonomik sıkıntılar, Arap-İsrail çatışması ve uluslararası meseleler etrafında dönüyordu.
Her neyse lafı çok uzatmayayım, ‘gelenek eleştirisi’ radikal aydınlar içinde bir modaya dönüştü.
İslamcılar arasında ise laikliğe lanet etmek bir itikat haline geldi.
Dr. Muhammed Osman Haşt felsefe ve İslamiyat uzmanı bir akademisyendi. Geleneğin ‘ıslah’, ‘tecdit’ ve ‘ilerleme’ amacıyla aşılması taraftarıydı, bu konuda birçok eser telif etmişti.  Bu eserlerinden bazıları kabul etmeli ki geleneğe karşı haksızlıklar içeriyordu. Ancak karakter olarak sert bir insan değildi, birkaç defa kendisini dinleme imkânı buldum. Ezher’deki tartışmada da şunu vurgulamıştı: "Ben asla din karşıtı ya da Ezher düşmanı değilim, tartışmaya hazırım ve ikna olursam gerçeği kabullenmekte tereddüt etmem."
Üzerinden epey zaman geçmişken şunu belirtmekte fayda var, aydınlarımızın ‘geleneğin mirasına’ sert eleştiriler yönelttiği o dönemlerde Avrupa ve ABD’deki oryantalistler de akademik çevreler de benzer eleştirileri yöneltiyordu.
Batılılar ve Arap aydınlar, muhafazakâr düşünürler gibi ‘takiyye’ ya da nezaket babından düşüncelerini gizlemeye tenezzül etmiyordu. Hatta bazıları gereğinden fazla ileri giderek, tarihsel olarak Hz. Muhammed diye birinin tarihte var olmadığını dahi iddia edebiliyordu. Bu gruba göre Kur'an-ı Kerim Arap imparatorluğu tarafından hicri üçüncü yüzyılda kaleme alınmıştı. Asrı Saadet'e dair çalışmalar da Müslüman Ortodokslar (Ehli Sünnet vel-Cemaat) tarafından kurgulanmıştı. Dolayısıyla Bernard Lewis’in öğrencileri, onun dahi iddia edemediği tezleri dile getirerek, adeta üstatlarını geride bırakıyordu. Bu oryatalistlere göre çözüm, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sert bir şekilde uyguladığı gibi, din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıyla mümkün olabilirdi. Böylelikle İslam dinin çöküşünün altında hayatta kalmaya çalışan Türkiye gibi, bu tarihi çıkmazdan sıyrılabilecektik.
Hakikat şu ki: Gelenek, Arapların ve Müslümanların zihnini kontrol etmiyordu. Arap düşünürler ‘geleneği’ yanlış bir şekilde değerlendirerek, varsaydıkları egemenliğinden özgürleşmek için çaba gösterdiler.
Hatta Gaston Bachelard ve Michel Foucault yöntemleriyle tamamen ‘gelenekten’ kurtulmayı denediler.
Gerçekte ise bu ‘gelenek tartışmasının’ ardında, aydınlar ve entelektüel grupların erk kavgası söz konusuydu.
Gelenek karşıtlığı zaman içinde bir mesleğe dönüştü. Gelenek karşıtları bin yıldır süregelen çöküşün sorumluluğunu yükledikleri Din'i sert bir şekilde hedef aldılar. Onlara göre yaşadığımız tüm sorunların baş sorumlusu, miras aldığımız normlar ve kodları zihnimize yerleşmiş olan bu ‘dini gelenekti’. Dolayısıyla birçok Arap düşünür, geleneğe yönelik yapısöküme girişti. Yeni bir kültür inşa etme amacı taşımıyordular, geri kalmamızın müsebbibi olarak gördükleri gelenekten kurtulmamız durumunda işlerin kendi kendine düzeleceğini varsayıyordular. Aslında yapmaları gereken şey ‘geleneği’ anlamaya çalışmak ve çağa uygun olmayan taraflarını reforma tabi tutmaktı. Nihayetinde tarihsel olaylar tarihte kalmıştır. Ama yaptıkları şey, ‘geleneği’ tümüyle reddetmek, zararlarını ve makul olmadığını ispat etmeye çalışmaktan ibaretti.
Mutlak ‘gelenek’ karşıtlarını bir yana bırakıp, makalemizin girişinde işaret ettiğimiz dini reform ve ıslah tartışmasına dönelim. Son yüzyılda İslam hukuku ‘fıkıh’ alanında ciddi yenilikler söz konusudur. Nitekim asrın getirdiği yeniliklerle birlikte Müslümanların güncel sorunlarının çözümü için süreğen bir içtihat çalışmasının yapılması kaçınılmazdır.
Ezher Üniversitesi’nin ‘Islah ve Tecdit’ konulu konferansında reformistler Eş'arilik mezhebine karşı adeta bir karalama kampanyası düzenlediler. Belirtmekte fayda var, reformistlerimizin bu Eş'ari karşıtlığı da oryantalistlerden miras kalmıştır. Eş'ari karşıtlığı zaman içinde, Selefi düşünceyle ilişkilendirilerek Ehl-i Sünnet karşıtlığının sembolüne dönüşmüştür.
İslami çerçeve dâhilinde, Sünnilik ve Şiilik büyük bir beden haline gelmiş ancak kafası küçük kalmıştır. Yani yeni bir Kelam ilmi doğuramamıştırlar ki oluşturmaları beklenirdi.
Bizler ve Yahudiler din ve teoloji hakkındaki sözlerimizi beşeri çabalar olarak adlandırmaktan haz etmiyoruz. Oysa insani çaba, sadece bir bakış açısı değildir, aynı zamanda kendini rasyonel olarak tanımlayan yöntemler bütünüdür.
Dini anlamak için düşünmeyi ve din felsefesini temsil eder. Nasıl ki eski fıkıh ve yeni fıkıh varsa, yani fıkıhta içtihat ediliyorsa, yeni bir kelam da var olmalıdır. Nitekim klasik kelamın meselelerinin üçte biri Müslümanların dahi zihnini meşgul etmemektedir.
Seyyid Ahmed Han’ın çağdaşı Hintli düşünür Şibli en-Numani  19. Yüzyılın sonlarında "Yeni Kelam" diye bir eser kaleme almıştır.
İmam Muhammed Abduh’un Tevhid Risalesi’nin yarısı yeni konuları ele almaktadır.
İslam âlimleri ‘gelenek düşmanlarının’ tezlerine ciddi cevaplar vermedikleri gibi, oryantalistlerin ve reformistlerin Eş'arilere yönelik suçlamalarına da ikna edici cevaplar vermemiştir.
Mısır Üniversitesindeki Mustafa Abdurrazık ekolü, (1945-1947 yılları arasında Ezher Şeyhi oldu) Eş'arilik mezhebini savunmakta yetersiz kaldı, ancak bu ekolden çıkan Ali Sami Neşşar’ı istisna tutmalıyız.
Diğerleri ise filozofların düşüncelerinde kayboldular, özellikle İbni Rüşd, Mutezile ve mutasavvıflar üzerinde yoğunlaştılar.
Batılılar ise son yirmi yılda Eş'arilik üzerine ciddi çalışmalar yaptı. Avrupa ve ABD’deki İslami Araştırma bölümlerinde de son dönemlerde Eş'ari ve Hanbeli mezhebi üzerinde birçok önemli akademik makale yayınlandı.
Şüphesiz bunların hepsi tarihtir, ancak biz de başkalarının teolojilerini yorumladıkları gibi, kendi kaynaklarımızı yorumlayabilirsek, şimdiye dönüşür.
Gadamer ve Paul Ricoeur ‘yorumsal alandan’ bahsettiler. Charles Taylor ‘yeniden yapılanma’ alanında çalışmalar yaptı. Büyük âlimlerimizin eserleri son on yılda farkında olmaksızın radikalizmle mücadelede bu iki yöntem kullanılarak yeniden yorumlandı.
Farabi’nin Erdemli Şehir’i (Medinetu'l Fâzılâ), anayasal sivil devlet için bayraklaştırıldı.
Resulullah'ın Sefine hadisi, (Hz. Muhammed'in (sav), yaşanan dünyanın bir gemiye, bütün insanları da bu gemide yol alan yolculara benzettiği hadis) ortak sorumluluk için bir temel kaynak haline dönüştü.
Hılfu'l-Fudul, küresel ahlaka dair kurgulamada çağa ışık tuttu. Kur'ân-ı Kerim’deki ayetlerin son yüzyıldaki tefsirleri de önemlidir ancak yerimiz bunları ele almaya müsait değil.
Demek istediğim ‘değişim’ gerçekleşmektedir. Şiilik, Sünnilik, Eş'ari ve Maturidiliğin yeniden yorumlanması bir zorunluluktur.
Evet, dünya görüşümüz değişmiştir ve bunu itiraf etmenin zamanı gelmiştir. Aksi takdirde aşırılık yanlılarının bize ait olan sembolleri suiistimallerine imkân tanımış oluruz. Aşırılık yanlıları, seçkinci, tarafgir tutumlarıyla İslam’ın ve Müslümanların dünyadaki imajını karalamaktadır.
Dr. Haşt Eş'ari olarak tanımlanmak istemiyor, belki de Sünni olarak da tanımlanmak istemiyordur ve bu onun hakkıdır. Ben şundan emin değilim biz Ehl-i Sünnet çizgisinde olan Müslümanlar, kendimizi kimlik olarak Eş'ari, Selefi, Mutezili ya da Maturidi olarak tanımlayabiliyor muyuz?
Artık kabul etmeliyiz ki ülkelerimiz de ve ülkelerde yaşayanlar insanlarımız da değişti.