Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

​Rönensansı, önce inkar edilenler yaparlar

Kimi zaman yeni fikir ve düşüncelere verilen tepkiler dikkatimi çeker.
Sözgelimi, Muhammed Şahrur’un reformist yönelimini psikolojik komplekslere dayandıranları gördüm.
Yine Muhammed Abid el-Cabiri’nin geleneksel mirası eleştirmeye odaklanmasının nedeninin, istediği bir memurluktan mahrum bırakılması olduğunu söyleyenlere rastladım.
Geçmişte ve bugün birçok alim ve düşünür için buna benzer şeyler söylenmiştir.
Genel olarak insanların çoğu, söyleyenin iyi ya da kötü ne söylediğini incelemeden ve amaçlarını tahlil etmeden önce kusurunu bulmak isterler.
İnsanlık tarihindeki tüm rönesans ve kalkınma hareketlerinin, sosyal alanda yeni ortaya çıkan kişiler ve güçler ile güç sahibi ve kökleşmiş diğerleri arasında bir çekişme, reddediş ile başladığını söylemeye gerek yok.
Başlangıçta belirli insanlara ait fikirlerler ve çıkarlar arasındaki sınırlı bir anlaşmazlığa benzer.
Gerçekten de özellikle erken aşamalarda fikirleri, onları savunan kişilerden ayırmak zordur. Aynı zamanda kendisini zorunlu bir sınıflandırmadan korumak yani başarılı olmasından kimin yararlanacağını ve kimin zarar göreceğini belirlemekten kaçınmak da mümkün değildir.
Zaman geçtikçe, isyan eden ve karşı çıkan az sayıdaki kişinin çöldeki bir bitki olmaktan ziyade toplumun dış yüzeyi altında yaşanan değişimin ilk işaretleri olduğu herkes tarafından anlaşılır. Yine zaman geçtikçe bu azınlık bir örneğe ve ilham kaynağına dönüşür.
Sanki tüm insanlara şunu demektedirler: Bakın, herkesin imkansız sandığı şeyi başardık. Bize ve size bunun mümkün ve maliyetinin katlanılabilir olduğunu kanıtladık.
Reddetmek ve karşı çıkmak; genel fikri kamuoyunun tartışma çemberine girdiğinde ve gittikçe daha fazla insan kendisini açıkça dile getirmeye başladığında bir rönesansa dönüşür.
Toplumun farklı kesimlerinin yeni fikirleri benimsemeleri, kendisinden gerekli ve yaşamak istedikleri  bir yaşam tarzı olarak bahsetmeleri ile bir rönesansa evrilir.
Toplumun bu aşamaya ulaşmasının –zorunlu olarak- toplumda değişim çağrısında bulunanlar ile eski fikir birliğini korumakta diretenler (siyaset biliminde reformcular ile muhafazakarlar olarak adlandırılanlar) arasında bir tür güç dengesinin kurulması anlamına geldiğini biliyoruz.
İnsanlığın ilerleyiş süreci bir bütün olarak bu sürece benzer. Süreklililk ile değişim faktörleri arasındaki çekişme ve çatışma –zaman alsa da- genellikle ikincisinin üstün gelmesi ve kökleşmesi ile sonuçlanır. Değişim hiç durmaz. Ancak toplumların yeni olana verdikleri tepki ve uyum sağlama hızları farklıdır.
Değişim; belirli bir yerde yükselen, insanların en uzak noktadan gördüğü, onlara umut ve coşku veren güneş gibi belirli bir yerde doğabilir.
İnsanlar yavaş yavaş bu değişime ve doğuşa katılarak ona katkıda bulunabilirler. Reddetmek ve  var olana karşı çıkmak, tüccarların arasında başlayıp daha sonra aydınlara, politikacılara ve diğer gruplara  yayılabilir. Yahut din adamları arasında başlayıp diğerlerine yayılabilir. Kadınlar ve gençler gibi belirli bir sınıf arasında ortaya çıkıp yansımaları daha sonra diğer sınıflar arasında görülebilir.
Yayılmak, insani hareketlerin doğasının bir parçasıdır. Dolayısıyla hiç kimse rönesans konusunda tek otorite olduğunu öne süremez ya da diğerlerinin bunun meyvelerinden yararlanmasını engelleyemez. Avrupa’daki Rönesansın ilk işaretleri, edebiyat ve dindeki çatışmalar ile somutlaştı.
Etkileri başta bina, köprü ve saraylar olmak üzere şehrilerin tasarımında, görsel sanatlarda, tiyatro ve müzikte görüldü.
Daha sonra din dünyasında da yansımaları görülmeye başladı. Dinde reform hareketi ile somutlaştı.
Bunu Katolik tarihinin karşıtı ve değişimin destekçisi olarak Protestanlığın ortaya çıkışı takip etti.
Sonrasında icatlar dönemi başladı. Teknoloji dünyanın hayatına egemen oldu. Dijital teknolojiler bu haraketin merkezi haline geldi.