Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Antisemitizm ile anti-direniş suçlaması hakkında

ABD Senatörü Bernie Sanders'ın, Binyamin Netanyahu ve aşırı sağ hükümetinin politikalarına sert eleştiriler yönelttiği videosunun yayılması anlaşılır bir durum. Yahudi liberal ve Amerikalı solcu Sanders, İsrail sağının bu korkutma oyununu kullanmakta aşırıya kaçmasının ardından, Netanyahu'nun kendisini eleştirenlerin antisemitist olduğu yönündeki suçlamasını reddetti.

Sanders'ın, antisemitizm suçlamalarının belirli politikalara yönelik meşru eleştirileri örtbas etmek için kullanılmasını kınayan cesur duruşu, onun daha az tehlikeli olmayan diğer ırkçı tutumlar ile birlikte dünyada halen var olan gerçek antisemitizme karşı dürüst ve adil mücadeleye zarar gelmemesi kaygısından kaynaklanıyor. Sanders, Yahudiliğini Netanyahu'nun bayağılığına karşı bir kalkan olarak kullandı ve Hamas ile 7 Ekim 2023'te yaptıklarını kesin bir biçimde kınamasına rağmen, Gazze'de yaşanan cinayetleri reddeden konuşmasına bir Yahudi meşruiyeti kattı.

Dolayısıyla özellikle şu anda Bernie Sanders gibi bir ses, Arap dünyası olarak bizi de sadece İsrail'i eleştirdiği için değil, Netanyahu'nun kendisini aşıp bize de ulaşarak muzdarip olduğumuz hastalıklı zihniyete karşı bir duruşu temsil ettiği için ilgilendirmesi gerekiyor. O zihniyet de tartışmalı konularda temel tartışmadan kaçınmak için bir pozisyonu ahlaki açıdan karalamaktır.

Aramızda Bernie Sanders'ın duruşunu kutlayan birçok insan var. Bu birçok insanın çoğu da "Bizim Bernie Sanders'ımız kim?" diye sormadı. Hamas'a ve İran eksenindeki kardeşlerine, sözde direnişin eylemlerinin yıkıcı sonuçlarına ilişkin tartışmaları örtbas etmek için "anti-direniş" suçlamasına başvurmanın kabul edilemez olduğunu kim söyleyebilir?

Bu anlamda demokratik toplumlardaki “antisemitizm” suçlaması, demokratik olmayan toplumlardaki “anti-direniş” suçlamasıyla eşdeğerdir. İhanetle suçlama söylemi, “antisemitizm” suçlamasının serbestçe kullanılmasıyla aynı derecede bir bayağılığa ulaşıyor. Her iki durumda da karalama kampanyaları, eleştirenleri dışlamak, tecrit etmek ve kamuoyunu siyasi, sosyal ve güvenlikle ilgili risklerle dolu hale getirerek gerçek eleştiri imkanını bastırmak amacıyla kullanılıyor. Her iki durumda da siyasi anlatıyı ne pahasına olursa olsun kontrol etme isteği var.

Sanders'ın tutumunun açık mesajı şu; sessizliğin, korkaklığın, uygun ve uzlaşmacı seçenekler ile yetinmenin bedeli, baskıcı anlatılara meydan okuyarak, adaletsizliği ve siyasi başarısızlığı birlikte açığa çıkararak cesurca konuşmanın bedelini aşmaktadır.

Basınımızda, ekranlarımızda, platformlarımızda Sanders kadar ve ondan da fazla cesur sesler yok değil, ama bu sesler seçkinler çerçevesinde kalıyor. Daha geniş kitleler sözde direnişi yücelten ve fedakârlık, ölüm ve yıkım çağrılarını kolaylaştıran duygusal ve popülist anlatılar tarafından rehin alınmış gibi görünüyor.

1967 yenilgisinden sonra sokaklara dökülüp merhum Cemal Abdunnasır'a istifa etmekten vazgeçmesi için yalvaran "millet", Netanyahu'nun yüz hedeften sadece bir veya ikisini gerçekleştirememesi nedeniyle Gazze'nin yok edilmesini bir zafer olarak gören "millet" ile aynı "millet"tir. 2006 yılında Lübnan'ın yok edilmesini bir zafer olarak gören ve bunun sonucunda İslam ülkelerinin başkentlerinde Hizbullah milisleri lideri Hasan Nasrallah'ın posterlerinin taşınmasını ve asılmasını sağlayan da bu “millet”tir!

Eğer Sanders'ın sorunu, İsrail sağının politikaları ile retoriğinde ifadesini bulan siyasi ikiyüzlülük ikilemiyle mücadeleyse, bizim sorunumuz daha derin ve daha tehlikelidir. Muzdarip olduğumuz şey, akli ve vicdani bir sıkıntı, eşya, fikir ve değerler dengesindeki korkunç dengesizliktir. Zafer ve yenilgi nedir? Üzerinde anlaşamadığımız şey bu kadar basit, yani somut fiziksel standartlarla ölçülebilen tanımlardır. Neye daldığımıza gelince; dilin, metaforun, kültür ve kimliğin tüm unsurlarının manevi ve ahlaki boyutlarının derinliklerine dalan tartışmalardır.

Böylece dil, yalnızca gerçekliği ifade etmenin değil, formüle etmenin de bir aracı haline geliyor. Yenilgiye başarısızlık diyoruz, işgale zafer diyoruz ve merhum Enver Sedat'ın planlı bir savaşın ardından siyasi bir anlaşma yaparak Sina'yı özgürleştirmesini ihanet olarak tanımlayıp karalıyoruz!

Bernie Sanders ile olan ilişkimiz bana Soğuk Savaş sırasında ünlü olan bir fıkrayı hatırlattı. Bu fıkra Amerikalıların, özellikle de Başkan Ronald Reagan'ın kullandığı silahlardan biriydi.

Bir Amerikalı, Sovyet arkadaşına ülkesinin özgür olduğunu ve Beyaz Saray'ın önünde durup Amerikan başkanına özgürce hakaret edebileceğini söyleyerek övünmüş. Sovyet arkadaşı: Rusya da daha az özgür değil! Herkes Kremlin'in önünde durup Amerikan başkanına özgürce hakaret edebilir diye cevap vermiş.

Direnişlerinin haklı olduğunu söylemek için Bernie Sanders’ın cesaretini delil gösterenler ile sorunumuz da budur!

Gazze olayı gibi uluslararası bir anda Sanders gibi isimlerin cesareti ve kendisine eşlik eden nefret ve korku söyleminin tırmanması, kendi özel siyasi bağlamından çıkıp fikir özgürlüğünü, insan hakları, yönetişim sorumlulukları ve istikrarla ilgili diyalog ve tartışmaları savunma mücadelesine önemli bir katkı haline geliyor.

Bilhassa yerel otoriter yapılara, iktidar projelerine ve iç savaşlara doğru kaymasından sonra siyasi ve ulusal söylemi, direniş dogmatizminden ve sahte kutsallığından kurtarmak için ihtiyacımız olan şey, tam da bu anlamda bir Arap “Sanderzizmi”dir. Sözde direnişle ilgili geleneksel anlatıların ötesine geçerek aşırılığın köklerini ele almaya, ekonomik ve sosyal kalkınma için araçlar sunmaya olanak tanıyan kapsamlı ve sürdürülebilir siyasi çözümlere odaklanmaya yönelmek kaçınılmazdır.

Bizi “direniş belasından” kurtarabilecek tek alternatif ses, adalet ve Filistinlilerin haklarını, siyasi veya demokratik refah yanılsamalarından önce, ekonomik ve sosyal refaha giden yolların döşenmesi ile birleştirmeyi somutlaştıran sestir.