Sam Mensa
TT

Krizden sonra... Ertesi gün üzerine düşünceler

Mikroskobik ölçüde bir virüs, umutsuzca ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi tüketerek dünya üzerindeki yaşam çarkını durdurdu. Öyle ki, bölgesel ve küresel olsun başka herhangi bir sorundan bahsetmek önemsiz hale geldi. Yeni tip koronavirüsü tanımlamak, nedenlerini analiz etmek ve korkunç etkilerini tahmin etmek için çok mürekkep harcandı. Sosyal medya, salgınla ilgili kafamızı daha da karıştıran ve endişelerimizi büyüten bilgilerle dolup taştı.
Salgının yarasa çorbası, küresel güçlerin komploları ve ilahi ceza arasında gidip gelen nedenlerinden hangisine inanacağımıza şaşırıp kaldık. Gelecekteki yansımaları ve ne kadar sürede üstesinden gelinebileceğini bilemez olduk. Araştırma merkezleri ve onları destekleyen ülkeler arasında etkili bir aşı ve ilaca ulaşmak için yaşanan şiddetli rekabet hakkındaki haberlerden tiksinir hale geldik. Çünkü bu rekabetin arkasında, ‘Hipokrat Yemini’ni yerine getirmek gibi yüksek bir gaye değil aşıyı bularak gücünü pekiştirmek, mali ve ticari kazançlar elde etmek var.
Zorunlu izolasyon döneminde, bu küresel korona sahnesi akla bir dizi soruyu getiriyor. Sözgelimi, farklı rejimlerin kendisi ile nasıl başa çıktığı, müttefik ve düşman ülkelerin ilişkileri, bu bölgesel ve küresel ilişkilerin geleceğe etkileri, medya ve bu konuyu ne dereceye ele aldığı gibi sorular. Koronavirüs bunlara ek olarak dünyanın etiğini yok eden mikropları da açığa çıkardı. İnsani dayanışma ve insan hayatını koruma konusunda eksik not alan birinci dünya ülkelerinde insani değerler ölçeğindeki temel zayıf noktaları gizleyen örtüyü kaldırdı.
Siyasi alanda bizleri ilk olarak, Çin gibi otokratik rejimlerde bu salgın ile başa çıkma konusundaki şeffafsızlık şok etti. Salgının başında Çin rejimi, önlem almak yerine yeni tip koronavirüsü keşfeden (ki kendisi daha sonra şüpheli koşullarda hayatını kaybetmiştir) ve tehlikesine karşı  uyaran Çinli doktor Li Venliang’ı tutukladı. Kendisini ulusal ruhu zayıflatan ve ülkenin itibarına zarar veren söylentiler yaymakla suçladı. Salgın gizlenemeyecek bir boyuta ulaştığında ise vaka ve ölümlerin gerçek sayısını, bu öldürücü salgını sınırlamayı nasıl başardığını dünyadan gizledi. Öte yandan, İran gibi teokratik rejimler, doğru bilgi ve bilim yerine sözde şifa verici hurafeleri benimseyip yayarak insan hayatını ne kadar hafife aldığını gösterdi. İnsan hayatını hiçe sayan bu vurdumduymazlığı, kendi yörüngesinde dönen ülkeler başta olmak üzere diğer ülkelere – hiçbir etik kurala uymayıp- hava ve kara seferlerini sürdürmesi nedeniyle diğer halklara da zarar verdi.
Tüm bu rejimler hep birlikte virüsün yayılma nedenlerini gizlemeye çalışıyorlarmış gibi görünüyor. Bunu yapmalarının nedeni, kamuoyundan korkmaları değil, diğer güçler ile çekişmelerinde salgından faydalanma arzularıdır. Nitekim karşılıklı komplo teorileri ortaya atılmaya ve pazarlanmaya başladı. İlk olarak Çin, ABD ordusunu Vuhan’da virüsü yaymakla suçladı. Kendisini Rusya ve İran izledi. İran Dini Lideri Ali Hamaney, yaşananları ABD’nin ülkesine karşı yürüttüğü biyolojik bir savaş olarak tanımladı.
Siyasi açıdan bizleri şok eden ikinci nokta ise, Batılı müttefiklerin kendi aralarındaki ilişkilerde görülen çatlaklardı. Küreselleşmenin yıkılışının ve demokrasilerin kırılganlığının açık bir ilanı gibi ABD’den sonra Avrupa Birliği ülkeleri de hemen sınırlarını müttefiklerine kapattı. Aralarında yardıma en muhtaç olan ülkelere yardım etmekten kaçındılar. Bunun sonucunda İtalya’da bir Batı ülkesini değil Çin bayrağını taşıyanlar oldu. Birden fazla demokratik ülke açılıma alternatif olarak ulusal sınırları içine çekileceğini açıkladı. Demokrasilerin birbirinden vazgeçmesini kınayan haykırışlar duyuldu. Bu virüs ayrıca söz konusu demokrasilerdeki yönetimi, beklenmedik krizleri yönetme kabiliyetini, sağlık sisteminin sağlamlığını da test etti. Bu demokrasiler, gerek ulusal düzeyde krizi yönetme gerekse küresel düzeyde kendisi ile mücadeleye katkıda bulunma konusunda kendilerinden beklenen performansı ne yazık ki gösteremediler.
Kriz aynı zamanda kendisi ile mücadele aracılığıyla bir çeşit popülizmi de ortaya çıkardı. Bu popülizm türü, seçim sandıklarının bazı liderlerin ve politikalarının en büyük itici gücü olmayı sürdürdüğünü, bu uğurda tüm insanlığın iyiliğini gözeten yüksek çıkarları göz ardı edebileceklerini kanıtladı. Bu kriz söz konusu demokrasilerin birçok kusurunu da ortaya çıkardı. Bunları, bu demokrasilerin yaşam ve insanların hayatlarını koruma araçlarından ziyade askeri ölüm araçlarına yatırım yapmış oldukları şeklinde özetleyebiliriz.
Medyaya gelince, bugün duyup gördüklerimizi medyanın çöküşü şeklinde tanımlayabiliriz. Özellikle de bazı işitsel ve görsel medya araçlarının, bilinçlendirme örtüsü altında korku ve paniği körüklemesi, belgelenmiş gerçekleri yayınlama görevini yerine getirmemesi, dar çıkarlar için siyasi ve kötü niyetli savaşlara katılması nedeniyle sarı gazetecilik seviyesine düştüğü göz önüne alındığında. Bu medya organları, örneğin yeni tip koronavirüsten kaynaklanan ölüm ve vaka sayılarına ilişkin grafikleri ön plana çıkarırken, iyileşenlerin sayısı hakkındaki verilere ya da hayatlarını kaybedenlerin yaş grupları ve enfekte olmadan önceki sağlık durumlarına ilişkin bilgilere ise neredeyse hiç değinmiyorlar. Nitekim ABD’de - Başkan Donald Trump yönetimine karşı tutumumuz bir yana- Beyaz Saray Genelkurmay Başkanı Mick Mulvaney, ABD medyasını, başkanı devirmek umuduyla koronavirüsü panik ve korku yaratmak için kullanmakla suçlamakta haklıydı.
Etik açıdan baktığımızda, hayatta kalma içgüdüsü, kolektif ve ulusal sorumluluk duygusunu da dikkate alarak bu krizin insani değerler ölçeğinde bir dizi kusuru ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Bu kusurların ilki, hükümetlerin insan yaşamını korumadaki takdir yetkisidir. İkincisi, bireyler, toplumlar ve ülkelerin bireyselciliği ve bencilliğidir. Aksi takdirde, koronadan kaynaklanan ölüm tahminleri karşısında korkuya kapılırken, dünyanın birden fazla bölgesinde savaşlardan kaynaklanan korkunç ölümlere kayıtsız kalmamızı başka nasıl açıklayabiliriz ki? Bunları bilmesi gerekenler, Suriye’de varil bombaları saldırılarının bir günde koronavirüsün aldığı kadar can aldığını biliyorlar mı?
Birinci dünya ülkelerindekiler, üçüncü dünya ülkelerindeki kıtlıkların ve yoksulluğun kurbanlarının koronavirüs kurbanlarından daha fazla olduğunu biliyorlar mı? Otoriter rejimlerin hapishanelerinde yapılan işkencelerin, aşağılamaların ve vahşi uygulamaların ölümün kendisinden daha öldürücü olduğunu bu demokratik ülkeler biliyorlar mı? Birinci dünya ülkeleri bugün, insanların tek bir dünyada yaşadıklarını ve herhangi bir yerde baş gösteren bir tehlikenin diğer yerlere de sıçrayabileceğini idrak ettiler mi? Bu tehlikeler ile sadece salgınları ya da doğal afetleri değil, aynı zamanda adaletsizlik ve eşitsizlikten kaynaklanan zulümleri ve trajedileri de kastediyoruz.
Liberal demokratik sistemin içinde bulunduğu zayıflığa ve bazısının krizi sınırlamakta başarılı olmasına rağmen, baskıcı sistemlere karşı çıkmalı ve onları reddetmeliyiz. Çin modeline hayranlık dalgası çok geçmeden sönecektir. Çünkü nesli tükenmiş komünizme yönelik hastalıklı özlemin bir sonucundan ibarettir. Baskıcı rejimlerin performansı aslında, insan haklarına saygı ve bunun gerektirdiği şeffaflık ve hesap sormanın eşlik etmediği ekonomik ve askeri gücün, sahibinin büyük güçler ligine girmesi için yeterli olmadığını kanıtlamıştır.
Bu büyüklükte ve benzeri görülmemiş tehlikede bir kriz, üstesinden gelinmesini müteakip insani bağın derinliklerinde bir değişime neden olacak yaklaşımların önünü açmalıdır. Böylece, acımasız küreselleşme ve güvenli hayat hakkını umursamayan rejimlerden kurtulma yolu bulunabilir.