Abdulgani el-Kindi
Suudi araştırmacı yazar, Kral Suud Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
TT

Ortadoğu’daki ana eksenler ve aktörler (2)

Suudi Arabistan-BAE-Mısır-Bahreyn ‘Vestfalya Ekseni’nin karşı karşıya olduğu en büyük zorluk, siyasal İslamcı akımların devletin tüm kurumlarına, resmi ve gayri resmi yapılarına nüfuz etmiş olmasıdır diyebiliriz. Bu kanımız özellikle Suudi Arabistan için daha fazla geçerlidir. Bu ülkelerin vatandaşları ve toplumu arasında, devletin coğrafi sınırlarını aşan din referanslı ideolojiler yaygındır. Daha da kötüsü özgürlükçü bazı sivil toplum hareketleri de (bilerek ya da bilmeyerek) din referanslı cemaatlerle birlikte hareket ediyor. Özgürlükçü sivil toplum hareketleri, pragmatist gerekçelerle liberal söylemleri kullanan siyasal İslamcı akımlarla ortak paydalarda buluşuyor. Oysa İhvancı İslamcı bu hareketler, temelde diğer bahsi geçen eksenlerin ‘Vestfalya Devlet Yapısını’ zayıflatma amacı güden projelerinin hizmetindedir. Dolayısıyla ‘özgürlükçü hareketler’ bilmeyerek ya da meşru bazı taleplerini gerçekleştirebilmek adına bölgesel karşıt eksenlerin, kendi ülkelerindeki devlet kurumlarını zayıflatma amaçlarına hizmet etmektedir.
Tek taraflı eksen; İran Şii ekseni ve çift taraflı Türkiye-Katar ekseninin temel stratejisi bölgedeki ‘Çağdaş Vestfalya Devlet Sistemini’ zayıflatmak ve yok etmektir. Mevcut rejimlerin yerine ise kendilerine siyasi bağlılığı olan, ‘dini, ideolojik’ fraksiyonların yönetiminde rejimler kurmaktır. Söz konusu iki eksen bu amaçla bölgedeki güç dengelerini değiştirmek için Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in etrafında etkilerini artırarak jeostratejik hamleler yapmaktadır. Tahran rejimi, bu ‘dörtlünün’ etrafını sarma girişimini sürdürmektedir. Doğuda Suriye, kuzeyde Irak’ta yönetimi ele geçirerek bunu kısmen başarmıştır.
Diğer yandan Türkiye, Doha’yı Körfez bölgesinde ‘kaplan pençesi’ olarak görevlendirmiştir. Bunun işareti ise Türkiye tarafından bu ülkede kurulan askeri üslerdir. Türkiye yine aynı hedef doğrultusunda, Kuzey Irak, Suriye’nin Kuzeyi, Somali ve Sudan’daki Sevakin Limanı’nda askeri üsler inşa etmektedir. ‘Şii Ekseni’ ve ‘Türkiye-Katar Ekseni’nin merkezi hükümetleri zayıflatma amacı güttüğünün bir diğer göstergesi de bu eksenlerin askeri ve siyasi nüfuz sahasını genişlettiği bölgelerde yer alan devletlerin ya başarısız ya da bölünmüş olmasıdır. Güçlü merkezi devletlere etki edebilmeleri ise mümkün olmamıştır.
Doğrusu bu jeopolitik manzara, üçüncü eksen içinde yer alan devletlerin idamesi için stratejik bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. Bu husus özellikle de Suudi Arabistan için ciddi bir endişe konusudur. Nitekim Şii Ekseni ile Türkiye-Katar Ekseninin ideolojik hedefleri, Suudi Arabistan konusunda kesişmektedir. İki eksen de Suudi Arabistan’daki ‘merkezi yönetimi’ sonlandırmak için ortak bir projede yer alma potansiyeli taşımaktadır. Medya propagandası ve devletin resmi sistemi dışında faaliyet gösteren siyasal İslamcı hareketleri destekleyerek bunu başarmayı ummaktadırlar.
Dikkat çekici bir diğer husus ise ABD’nin bu üç eksenin etkileşimindeki rolünün belirsiz olmasıdır. Mevcut ABD yönetimi, eksenler arası çatışmalardan mümkün olan en yüksek kârı elde etmeyi amaçlamaktadır. Böylelikle bölgedeki stratejik çıkarlarını ya da İsrail’in varlığını tehdit etmeyecek bir güç dengesini, daha az maliyetle sürdürme arzusunu da gerçekleştirmektedir. Sonuç itibariyle ABD’nin bu çekimser tutumu eksenler arasında bir savaş çıkana ya da İran nükleer silah üreterek İsrail’e tehdit olana kadar devam edecek gibi... Bir savaşın çıkması durumunda ABD, askeri olarak müdahil olacak ve ek kazanımlar elde edecektir. Hürmüz Boğazı’nın kapatılması durumunda da ABD’nin aktif müdahalesi gerçekleşebilir. Zira boğazın kapatılmasının ABD stratejileri içinde en önemli kalemi oluşturan uluslararası ticaret üzerinde olumsuz etkileri olacaktır.
İran, ‘siyasi oyunun’ kurallarında köklü değişiklikler yapma kararlılığındadır ve bölgedeki güç dengesini sarsma girişimlerinde bulunmaktadır. İran’ın bölgesel ve uluslararası istikrar ve barışı sarsan faaliyetlerini sürdürmesi, çözüm için esnek ve makul öneriler içeren uluslararası diplomatik girişimleri dikkate almaması, bölgesel bir savaşa yol açabilir. Bu ihtimal vardır ancak en büyük ikilem bölgesel güvenliğin sağlanmasının, söz konusu eksenlerin çatışmasından kaynaklanan ‘ideolojik, politik ve entelektüel’ kargaşanın ve bölünmenin sona ermesiyle mümkün olacağıdır.
Ortadoğu’daki toplumlar düşünsel olarak kendi içlerinde bölünmüş durumdadır. Modern Vestfalya Devleti mi yoksa İslam Hilafeti Devleti mi? Yani bir anlamda merkezi devlet mi yoksa çok merkezli zayıf devlet mi? Birleştirici, kapsamlı ulusal kimlik mi ayrıştırıcı, mezhep merkezli, dini ve etnik kimlikler mi? Geleneksel meşruiyet mi yoksa ekonomik meşruiyet mi? Kral, başkan ya da ‘mürşidin’ mutlak siyasi egemenliği mi kurumsal egemenlik mi? Siyasetin devlet kurumları tarafından icra edilmesi mi yoksa dini merkezlerden yürütülmesi mi?
ABD’li siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington, Arap ve Müslüman toplumların siyasi kültüründeki bu ve benzeri ‘kavramsal çatışmalara’ dolaylı olarak şöyle işaret etmişti:
“Batı siyaset kültürü şu söze dayanıyor; ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, tanrının hakkı tanrıya’, Konfüçyanist siyaset kültüründe Sezar’ın yerini imparator almıştır. İslam siyaset kültüründe ise Sezar tanrıyı temsil etmektedir.’’
Huntingon bu sözüyle Müslümanların siyasi kültüründeki Allah’ın; siyaseti, hükmü ve dünyevi yönetim biçimini belirlediği yönündeki inancı kast ediyor. Bu yönüyle birçok Müslüman, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laik mekanizmaya karşı çıkıyor ve kamu yönetiminde dinden bağımsız kuralları ve yöneticilerin mesleki yeterliliğini göz ardı ediyor. Böylelikle din ve devlet işleri birbirine karışıyor.
Hasılı kelam; Ortadoğu, Avrupalıların 15. Yüzyılda yaşadığı din savaşlarına benzer, tehlikeli bir süreçten geçiyor. Otuz yıl savaşları olarak da bilinen bu çatışmalar, 1648’de Vestfalya Barış Antlaşması ile son bulmuştu.
Ortadoğu ülkeleri ya kolektif bilinçteki ‘merkezi ulus devlet’ algısını güçlendirecek ya da kaçınılmaz bir şekilde kaos ve kargaşaya sürüklenecektir. Varoluşçu edebiyatın üstatlarından Dostoyevski’nin meşhur romanı Karamazov Kardeşlerde dediği; “Tanrı yoksa her şey mubahtır’’sözü, dindarlar ve felsefeciler arasında ciddi tartışmalara neden olmuştu. Siyaset dünyasının bu sözün bir benzerini akılda tutmasında fayda var: “Devlet yoksa her şey mubah olacaktır.”
Ortadoğu toplumları, siyasi farkındalık düzeyinde bir kavşak noktasındadır. Devlet mi devletsizlik mi? Ya da merkezi devlet mi başarısız devlet mi?  Bu kavramsal ve politik çelişkilerin tarafların esnek davranması, rasyonel ve diplomatik çözüm girişimleri ile karşılıklı rıza çerçevesinde sona ermesi mümkündür. Mevcut siyasi bölünme ve çatışmanın bireylerin özgürlüğünün kısıtlanması pahasına ‘merkezi devletlerin’ daha fazla güç kazanmasıyla sonuçlanması da muhtemeldir. Filozof Hegel savaşın, düşünce, toplum ve tarihi değiştiren etkisi üzerinde durmuştur. Hegel’e göre savaş yaşandığında birçok yeni toplumsal sınıf meydana gelir, cesaret ve öteki için fedakârlık ön plana çıkar ve bireyler toplumun önemi kavrar. Yani bir anlamda tarihsel değişimler savaşla mümkün olabilir.
Vicdani ve insani yaklaşım, tüm bu çelişkilerin barışçıl yollarla çözülmesinin gereğine işaret eder. Şahsi temennim de bu yöndedir. Ancak ‘tarihsel okumalar’ bu tür çatışmaların sona ermesi için genelde ‘askeri çatışmaların’ yaşandığını gösteriyor. Açıkçası bu ihtimal beni endişelendiriyor.
Ortadoğu’daki ana eksenler ve aktörler