Sam Mensa
TT

Hizbullah ve Lübnan’ın yönetim formülüne yönelik suikast

Üç Şii din adamının ramazan bayramı vesilesiyle yayınladıkları mesajları, hedef aldıkları arasında Büyük Lübnan’ın 100. yıldönümünün de yer aldığı, Hizbullah’ın Lübnan’daki projesine ve organik olarak İran’a bağlı İslami direnişin emellerine yeniden ışık tutan mesajlar şeklinde tanımlamak doğrudur.
Yüksek Şii İslam Konseyi Başkanı Şeyh Abdul Emir Kablan, oğlu Caferi Müftü Ahmed Kablan ve Yüksek Şii İslam Konseyi Başkan Yardımcısı Şeyh Ali el-Hatip’in açıklamaları temelde farklı olsalar da gerek “Ordu, halk ve direniş” mottosuna gösterdikleri bağlılık gerekse de Lübnan’ı bölgesel direniş ekseni özellikle de Suriye ve İran’a bağlamaya yönelik çağrıları yinelemeleri göz önüne alındığında anlam ve amaç olarak bir bütündü. Ancak en çok tartışma yaratan açıklama Caferi Müftüsü Ahmed Kablan’ın “Taif Anlaşmasını feshedelim” açıklamasıydı.
Kablan’a göre, “Lübnan’ın kuruluşunun kökeni, sömürgeci ve tekelci projeye hizmet etmesi için mezhepçi ve despotik bir temele dayanıyor. Ama bu formül artık geçerli değil. Bişara Huri ve Riyad Sulh’un yaptıkları artık insan ve vatandaş devleti için uygun değil. Bu, Lübnan’ın tarihindeki bir aşamaydı ve sona erdi”. Lübnan’ın kuruluş formülünü topa tutan Müftü Kablan, bu görüşlerini mesajının satır aralarında değil açık ve net bir şekilde dile getirdi. Fakat kendisine ve konumuna duyduğumuz saygıya rağmen bu açıklamalarının kendi kişisel görüşü olduğunu söyleyemeyiz. Aksine bunlar iki Şii temsilcisinin, özellikle de Hizbullah’ın pozisyonunun bir yansımasıdır. Bununla birlikte, söz konusu açıklama, Şiilerin dizginlerini onları boğacak kadar elinde tutan ve 100 binden fazla rokete sahip Hizbullah’ın amacını açıklamak ve ilgili kişilere iletmek için resmi mezhepçi başlığın ağırlığın ötesine geçemediğini de ortaya koyuyor.
İstediğini söylemek ve projesini uygulamakta kendisinden faydalanmak için Şii dini mercilerden yardım almak zorunda kaldığını gösteriyor. Bu tutumlar, Cebel Amel sakinlerinin ulusal tarihlerine, din adamlarının ayırt edici özellikleri olan açık ve varoluşsal reformist düşünceye yabancıdır. Bunun, İmam Mehdi Şemseddin’in tutumunu ve tavsiyelerini gizleme, birden fazla bölgede büyük Şii siyasi aileleri yok etme, marjinalleştirme ve susturma çabalarının, Şiiler arasındaki seküler, ilerleyici ve vatansever sembol ve seçkinleri hedef alan suikastlar dizisinin arkasındaki gizli hedefleri açıkladığını söylersek abartmış olmayız. Bütün bunlar tesadüf değildi. Bugün, Hizbullah’ın Lübnan’da gerçekleştirmek istediği darbenin ilk adımının, Lübnan’daki Şiiler ve tarihlerini hedef alan darbe ile atıldığı biliniyor. Bahsi geçen mesaj ve resmi tutumların gizlediği asıl tehlike, gerçek sorunu mutasyona uğratması, asıl hastalık olan Hizbullah’ın silahı, Lübnan’daki kilit noktalara egemen olması, düşünmeden İran’ın bölgesel ajandasını uygulamasının görmezden gelmesidir.
Sorunu sanki Şiilerin sistem ve işleme biçimine yönelik talep ve pozisyonlarıymış ( ki Hizbullah projesini bunun arkasına gizliyor) gibi göstermesidir. Oysa bugün sorun, Şiiler ve hakları değil onları esir alan ve arkalarına gizlenenlerdir.
Bu açıklamaların zamanlaması da dikkat çekici. Zira kendisi, Lübnan’ın benzeri görülmemiş bir ekonomik ve finansal çöküş yaşadığı bir dönemde geldi. Ayrıca Hizbullah’ın müttefiki Hristiyan gücün politikaları ve diğer Hristiyan güçlerin istikrarsızlığı, Hizbullah’a karşı hoşgörüleri nedeniyle kurucu Hristiyan rolünün yokluğundan kaynaklanacak siyasi çöküşün yakın olduğu bir dönemde yapıldı. Bunlara bir de Sünniler arasındaki büyük bölünmeyi de ekleyebiliriz.
Sünniler bugün tutarsız ve parçalanmış görünüyorlar. Sıkıntılı bir durumda olan Dürzi lider Velid Canbolat istikrarsız bir tutum içinde. 17 Ekim devrimi tökezledi ve ulusal düzeyde bir rol oynamaya geri dönmesi halinde takip edebileceği yönleri belirlemekte zorlanacak. Dışarıda ise bölgedeki stratejik denge bozuk. Nedenleri de birden fazla Arap ülkesindeki savaş ve çatışmalar, bölgede faaliyet gösteren dış aktörlerin çokluğu, İran genişlemesi, Tahran ve başta ABD olmak üzere uluslararası toplum arasındaki çekişmenin sonuçlarıdır.
Bölge, ABD başkanlık seçimleri, korona pandemisi ve kendisinden  kaynaklanan büyük küresel ekonomik sorunlar nedeniyle gelecek yılın başına kadar uzayabilecek durgun bir dönemden geçiyor. Bu nedenle, askeri operasyon veya uzlaşı ile sonuçlanabilecek gelişmeler ve kazanımları bekliyor. Bu, İran’ın halihazırda iç arenasının yanı sıra Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen gibi kendi yörüngesinde yer alan ülkelerdeki arenalarını takviye etme çabasını açıklayabilir. Bu aşamada İran’ın politikasının en ayırt edici özelliği, çeşitli iç ve dış meselelerle başa çıkmak için takiyyeyi kullanan, bu politikayı geçirmeye çalışan, en sert yaptırımlara ve etkilerine direnen, Irak’taki kolları arasında baş gösteren çatlaklardan Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve korona salgınına kadar son dönemde maruz kaldığı acı darbelere dayanan zeki ve manevracı bir metot benimsemesidir.
Lübnan’a gelince, İran’ın takviye etmeye çalıştığı şey kısaca, buradaki kolunun yasama ve anayasa aracılığıyla sahip olduğu aşırı gücün siyasi çevirisidir. Diğer güçlerin zayıflığından ve ülkenin içinde bulunduğu kriz durumundan faydalanarak Şiilerin demografik, politik ve askeri gücüne uygun bir şekilde Taif Anlaşmasının ortaya çıkardığı yönetim formülünün gözden geçirilmesidir. Hizbullah’ın bölgesel gelişmelerin kendi aleyhine dönmesinden endişe duyduğuna şüphe yok. Bu yüzden, bölgede olası bir uzlaşı olgunlaşmadan önce Lübnan siyasi sistemi içindeki konumunu ve kazanımlarını pekiştirmeye çalışıyor.
Fakat Hizbullah’ın umut ettiği hasat mevsimi ile arasında birçok nedenden dolayı çeşitli engeller var. Gelecekte ulaşılacak bir uzlaşı, İran’ın genişlemesini, bölgedeki ve Yemen, Irak ve Suriye meselelerindeki rolünü kapsayabilir ama bu aşamada İsrail ile çatışmayı, Hizbullah’ın silahı ve çatışmadaki rolü meselesini kapsamayacağı kesin. Bu nedenle kabul edilmesi ve yasallaşması, gerek İsrail ve ABD’nin muhalefeti gerekse de içerideki temel Hristiyan, Sünni ve Dürzi güç ve oluşumlar bunu hazmedemeyeceği için oldukça zor bir süreç olacaktır.
Aynı bağlamda, Hizbullah çatışmayı bir iktidar çatışmasından yönetimin yapısına yönelik bir çatışmaya taşımakta zorlanabilir. Zira kendisi her ne kadar arkasına gizlendiği kalkan aracılığıyla devleti yıkmakta başarılı olsa da devleti tek başına inşa etme gücüne sahip değildir. Bu noktada, söz konusu pozisyonlar ile kendisine bağlı Hristiyan müttefik yani Özgür Yurtsever Hareketi’nin “Hristiyanların haklarını geri almak” ve “Güçlü Lübnan” gibi sloganları arasındaki çelişkide yatan açık paradoksa işaret etmeliyiz.
Şii dini mercilerin bu önerilerinin çözüme bir yararı yok çünkü açık bir alternatif sunmayan olumsuz taleplerdir. En önemli sonuçları, geçmişte olduğu gibi cumhurbaşkanlığı ve parlamentonun işlevinin engellenmesidir. Zamanlamasına gelince, Hizbullah bu sayede hükümetin IMF ve diğer uluslararası taraflarla yürüttüğü müzakereleri başarısızlığa uğratmayı amaçlıyor olabilir. Bu ise Lübnan’ın tüm düzeylerde tam bir yıkıma uğraması ve dibi olmayan bir kuyuya düşmesi demektir.
Bu sorundaki en karışık nokta, Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın son olarak kendisi ile yapılan radyo röportajında dile getirdiği noktadır. Bu röportajda Nasrallah’ın başa geçmeden ülkeyi yönetmek istediği ortaya çıktı ki İran’ın tüm nüfuz alanlarında takip ettiği politika da tam olarak budur.