Ahmed Ebu Gayt
Arap Birliği Genel Sekreteri
TT

Türk-İran bölgesel zorbalığı ve salgın karşısında Arap dünyası

Arap dünyası, yaklaşık on yıldır devam eden siyasi kargaşa, iç savaşlar, toplumsal çalkantılar ve çeşitli boyutlarda genişleyen yoksulluğun ardından kendisini korona salgının yol açtığı yeni ve uzun süreli bir krizin ortasında buldu. Bu salgın, her ne kadar bir ucundan diğerine tüm dünyayı etkisi altına almış olsa da toplumlar ve ülkeler üzerindeki olumsuz sonuçları farklı oldu. Nitekim bazı ülkelerin ve toplumların daha fazla sıkıntı çekeceğine ve daha fazla zorlukla karşı karşıya kalacağına yönelik işaretler var.
Allah’ın izniyle şu ya da bu şekilde ‘korona salgının yol açtığı ciddi sağlık krizlerinin ve sağlık sistemleri üzerindeki büyük baskısı olarak ifade edebileceğimiz sorunun’ üstesinden geleceğiz. Ancak bu salgının toplumların ve devletlerin istikrarı, ekonomik kalkınma ve sosyal koşullar üzerindeki etkileri uzun süreli olacaktır. Bu durum, zaten kalkınma sorunlarından, ekonomik performansındaki düşüşten ve sosyal ya da siyasi krizden mustarip olan ülkeler için çok daha tehlikelidir. Bu kategorideki Arap ülkelerinin sayısı azımsanmayacak kadardır. Salgın, dayattığı koşullar ve zorluklarla birlikte halihazırdaki krizlerin daha da şiddetlenmesine ve öngörülemeyen yeni krizlerinin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Mevcut ve yeni krizlerin arasında sıkışan hükümetler, ‘çabalarını, zamanlarını ve dikkatlerini birçok cepheye dağıtmak’ zorunda kalacaklar ve ‘ardışık krizler karşısında kendilerini bir tükenmişliğin içerisinde’ bulacaklar.
Salgın, devletler özelinde yol açtığı krizlerin yanı sıra devletler arası ilişkileri, uluslararası sistemi, güçlerin dağılımını ve çalışmaları düzenleyen kuralları da etkileyecektir. Bu bağlamda tüm bunların, uluslararası işbirliğinin azalmasına, izole politikalarla birlikte tek taraflı çalışmalara doğru eğilimlerin artmasına yol açacağına ve dünyayı çatışmalara daha açık bir soğuk savaşın eşiğine sürükleyeceğine ilişkin göstergeler var. Küreselleşme süreci ve buna bağlı olarak ticari hareketlilik karşısındaki açık sınırlar gibi olguların gerilemesi bu senaryoyu daha da güçlendirmektedir. Nitekim buna karşılık ülkeler, korumacı politikalar benimseyecek ve kendi kendine yeterlilik yönünde bir eğilim gösterecekler.
Salgının yol açtığı sorunlarla birlikte pek çok devlet, özellikle stratejik olanlar başta olmak üzere tedarik zincirleri konusunu yeniden gözden geçirecektir. Uzun tedarik zincirleriyle elde edilen malların içeride üretilmesi ya da komşu ve müttefik devletlerden tedarik edilmesi yönündeki eğilim artacaktır. Ekonomik gerileme ve karşılıklı bağlılık sisteminin sekteye uğraması, göçmen ve yabancı düşmanlığı politikalarını benimseyen sağcı ve milliyetçi hareketlerin yükselmesine zemin hazırlayabilir. Bu ideolojilerin, ülkeler arasındaki ilişkilerde daha çekişmeli bir ortamın oluşmasına yol açtığı sır değildir. Arap dünyası, çağdaş tarihinin en hassas anında bu salgınla karşı karşıya kaldı. Yıllardır devam eden kargaşa ve ıstırap, Arap ülkelerinin azımsanmayacak derecede kaynaklarını tüketmelerine sebep oldu. Bunun yanı sıra diğer bazı ülkeler varlıklarını tehdit eden iç savaşlarla boğuşuyorlar. Siyasi ve ekonomik krizlerden mustarip olan ülkeler, patlamaya yol açabilecek ciddi bir baskı altında bulunuyorlar. Tüm bölge, yakın komşularının ‘zorbalıklarıyla’ karşı karşıya. Bu devletler, kendileri için dayanak oluşturmak ve bölgedeki halkların pahasına çıkarlarını pekiştirmek için mevcut koşullardan yararlanmaya çalışıyorlar.
Bu bölgesel zorbalık İran, Türkiye, Etiyopya ve İsrail’den kaynaklanıyor. Özellikle de İsrail, salgından ve Beyaz Saray’daki başkanın kendisinden yana olan tutumundan faydalanarak, işgali sağlamlaştırmaya ve Filistin topraklarını ilhak ederek buna bir meşruiyet zemini kazandırmaya çalışıyor. Bu durum sadece Filistin özelinde değil, bölge genelinde ulusal ve dini duyguların daha da alevlenmesine yol açıyor. Bu, salgının neden olduğu krizlerle birlikte İsrail'in boyutlarının farkına varmadığı bir fırtınaya dönüşebilir.
İran, Türkiye ve Etiyopya’nın son aylarda bölge ülkelerinin çıkarları pahasına olan uygulamalarında bir tırmanışa tanık olundu. İran ve Türkiye açıkça bir dizi Arap ülkesine saldırılarda bulunuyor. Her birinin Arap topraklarında askeri güçleri bulunuyor ve bu güçleri uzun vadede bu toprakların bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. İran 2019 yılı içinde, Basra Körfezi'ne ve Suudi Arabistan'daki petrol tesislerine yönelik saldırılarda bulundu. Ayrıca Suriye ve Yemen'deki savaşlara olumsuz sonuçlar doğuracak tarzda katılımıyla birlikte Lübnan'da da benzer bir rol oynuyor. Türkiye ise birçok Arap ülkesinde terör örgütü olarak sınıflandırılan Müslüman Kardeşler'i kucaklıyor, Suriye topraklarının büyük bir bölümünü işgal etmeye devam ediyor ve Irak topraklarına saldırıyor. Ayrıca son olarak taraflardan birinin lehine olacak şekilde Libya iç savaşına doğrudan askeri müdahalede bulundu. Türkiye’nin müdahalesi, bu çatışmaları körükleyecek ve karmaşıklaştıracak. Bu müdahaleler, Libya’nın doğal kaynaklarının yağmalanması gibi bir tehdidi de beraberinde getiriyor.
Öte taraftan Etiyopya, Mısır ve Sudan ile kapsamlı bir anlaşma yapmaksızın Nahda Barajı’nı yapmakta ısrar ediyor ve daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde nehrin kaynaklarına hâkim olmaya çalışıyor. Bu uygulamalar, yaşam alanının büyük bir kısmının nehre bağlı olduğu diğer iki ülke için bir varlık tehdidi oluşturuyor. Mısır ve Sudan'ın ülke halklarının çıkarlarının göz önünde bulundurulmasıyla baraj yapımı konusunda bir işbirliği çerçevesine ulaşma yönündeki çabaları görmezden geliniyor.
Bu küresel ve bölgesel durumlar, Arap bölgesini daha ciddi yeni zorluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Uluslararası durumlar, bu bölgesel zorbalığı teşvik ediyor ve buna daha fazla yer açıyor. Kötü ekonomik koşullar, bazı ülkelerde var olan siyasi krizlerdeki gerilimi artırabilir ve bölge ülkelerini doğudan batıya kuşatacak bir kriz yayı oluşturabilir. Arapların bütün bu krizler karşısında ‘ortak eylemi’ mümkün olan en kısa sürede harekete geçirmekten başka seçeneği yok. Çünkü hiçbir ülke -kaynakları ve kapasitesinin büyüklüğü ne olursa olsun- bu krizlerin üstesinden tek başına gelemeyecek. Bu krizlerle başa çıkabilmek için kolektif bir yaklaşımın geliştirilmesi gerekiyor. Özellikle İsrail’in işgalini meşrulaştırmaya yönelik ciddi planları da dahil olmak üzere söz konusu bölgesel zorbalık, daha önce hiç olmadığı kadar kolektif tutumu kaçınılmaz kılıyor.
Ortak eylem çağrısı, içi boş bir slogan değildir. Nitekim salgının yol açtığı ekonomik krizlerle birlikte kartlar yeniden karılacak. Bölge içi ticaret, ekonomik işbirliği programları ve ortak bölgesel projeler daha da önem kazanacak. Arap Serbest Ticaret Bölgesi'nin kurulmasının önünde açık bir ufuk var. Bu, menşe ve diğer kurallarla ilgili tüm konuların hızlı ve eksiksiz bir şekilde tamamlanmasını gerektiriyor. Bu doğrultuda bölge içi tüm ticari kısıtlamaların kaldırılması gerekiyor. Nitekim Araplar arası ticaretin etrafında döndüğü yüzde 10 gibi oldukça düşük bir yüzde, Arap bölgesini dünyanın ekonomik olarak en az entegre olmuş bölgelerinden biri kılmaktadır.
Küresel ve bölgesel durumların sebep olduğu çeşitli tehditlerin yanı sıra Arap bedeninde bir kanser gibi yayılan anlaşmazlıkların ve iç savaşların çözümünde aktif ve etkili bir rol oynaması gerekmektedir. Bu çatışmalar, bölgesel güçlerin nüfuz alanlarını genişletmeleri ve gündemlerini uygulayabilmeleri için bir boşluk yarattı. Arap dünyasındaki ‘çatışmalar sahnesine’ hızlı bir şekilde göz attığımızda, iç savaşların her aşamasının bölgesel güçlerin farklı şekil ve biçimlerde müdahalesi için bir fırsat sunduğunun hemen farkına varıyoruz. Bu güçler, ya doğrudan ya da yerel ajanları aracılığıyla bu çatışmalara dahil oluyorlar. Bu çatışmaların çözümü, bölgesel güçlerin açmaya ve faydalanmaya çalıştığı yaraları kapatacaktır. Ne yazık ki bu anlaşmazlıkların çözümü yabancı güçlere ve uluslararası taraflara bırakılmıştır. Arapların bu konudaki rolü oldukça sınırlı olmakla birlikte gün geçtikçe azalmaktadır. Gerçek bir Arap iradesi ve Arap çıkarlarını destekleyen bölgesel kuruluşun bu çatışmalara müdahale ederek temel bir rol oynaması için açık bir görevlendirme olmaksızın Arap Birliği’nin eli bağlı kalır ve ancak sınırlı bir rol oynayabilir.
Bölgesel tehditlerin tek bir kaynaktan gelmediği ve Arap ülkelerinin bunlarla aynı ölçüde karşılaşmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu tehditlerle yüzleşecek ortak eylem, Arap ulusal güvenliğinin kolektif bir gündem olmasını gerektirmektedir. Arap ülkelerinin katılacağı ve Arap Birliği tarafından koordine edilecek bu ortak eylemle birlikte hiçbir ülke bu tehditlerle tek başına yüzleşmek zorunda kalmaz. Arap Bakanlar Komitesi gibi İran'ın müdahalesini ele almak için 2016 yılından bu yana faaliyet gösteren bazı mekanizmalar var. Fakat periyodik açıklamalar ve gelişmeleri tartışmak için bir araya gelmenin ötesinde gerçek aktivasyon çalışmaları ve politikaların koordine edilmesi gerekiyor. Ayrıca Arap ulusal güvenliği üzerinde aynı şekilde zararlı ve yıkıcı etkiye sahip olan Türk müdahaleleri karşısında da benzer çalışma komitelerinin oluşturulması gerekmektedir.
Diğer taraftan Filistin meselesi tarihi önemini korumaya devam ediyor. Bu meselenin öneminin bir diğer boyutu ise yansıttığı Arap dayanışma düzeyinden de kaynaklanmaktadır. Filistin meselesi en tehlikeli aşamalarından birinden geçiyor. İsrail hükümeti, ABD’nin desteğini alarak önümüzdeki dönemde ilhak planını uygulamaya çalışıyor. Arapların herhangi bir çekince olmaksızın bu planları bütünüyle reddettiği konusunda şüphe yok. Ancak bu ret, henüz uluslararası düzeyde etkili bir siyasi eyleme dönüşmemiştir.