Sam Mensa
TT

Eksik senaryolar ve varsayımsal uzlaşılar

Görünüşe göre İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 28 Ocak 2020’de deklare edilen ve daha önce Haziran 2019’da ekonomik önerileri açıklanan Yüzyılın Anlaşması kapsamında Filistin topraklarını ilhak etmek için tarih olarak içinde bulunduğumuz Temmuz ayını belirlemiş. Ne var ki Netanyahu’nun anlaşmanın bu maddesini (toprak ilhakı) uygulama coşkusunu önemli bir gelişme dizginledi. O da, güçlü hükümet ortağı Savunma Bakanı Benny Gantz ile Dışişleri Bakanı Gabi Ashkenazi’nin “Kutsal bir tarih yoktur” açıklaması ile acele edilmemesi yönünde bir tutum benimsemeleriydi.
İsraillilerin uluslararası hukuk ile oldukça çelişen bu adımın yüksek maliyeti ve olumsuz sonuçlarından korktukları artık bir sır değildir. Buna ayrıca ABD yönetiminin seçim öncesi hesapları ve müttefiklerin baskıları nedeniyle acele etmeme isteği, Ürdün’ün iki devletli çözüm formülünün yok olması, Filistin devleti hayalinin yıkılması ve alternatif vatan söyleminin geri dönmesinin birinci mağduru olmasından duyulan korku da ekleniyor.
Öte yandan İsrail’in bu kışkırtıcı adımının, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri tarafından da “meşru ve yasal” görülmeyeceği kesindir. Toprak ilhakı planının halihazırda rafa kaldırılması beklentileriyle birlikte, İran'daki baskın ve radikal akım üzerindeki baskı da yoğunlaşıyor. Arabulucular aracılığıyla iletilen mesajlar ve gerçekleştirilen mahkum değiş tokuşu ile kesintiye uğrasa da ABD ve İran arasında artan gerilim ve Tahran rejiminin maruz kaldığı birkaç darbe ile baskı sıklaşıyor. Bu, ABD’nin İran’a uygulanan silah ambargosunu yenilemekte diretmesiyle açık ve net bir biçimde görülüyor.
Rusya ise ABD’nin ambargoyu uzatma ısrarı için “ABD diziyle Tahran’ın boğazına bastırarak onu boğmaya çalışıyor” yorumunu yaptı. Keza Washington’un İran’ın rolünü iki yönden zayıflatmaya çalışmaya devam etmesi de üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmak istediğini gösteriyor. Bunların ilki, uzun pençeleri ile sert yaptırımlar politikasını uygulamayı sürdürerek İran’ı ekonomik olarak abluka altına almak. İkincisi, bölgedeki uzantılarını budamak. Bu çabalarını da son olarak, Suriye ile sınırlı olsa da etkileri çevresi, özellikle de bölgedeki İran yayılmacılığının mücevheri Lübnan için de kaygı verici olmayı sürdüren Ceaser Yasası ile taçlandırdı. Bütün bunlara ek olarak İran, Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle genişlemeci politikasının temel bir dayanağını da kaybetmiş oldu. Yine Irak’taki etkisi, kendisine karşı başlatılan Şii ayaklanma ve Mustafa el-Kazimi’nin başbakanlık görevine getirilmesi ile sarsıldı. Şimdi de Başbakan Kazimi, iki ülke arasındaki ciddi stratejik diyalog devam ederken Washington’u ziyaret etmeye hazırlanıyor.
Seçkin Iraklı araştırmacı Hişam el-Haşimi suikastı ve Hizbullah Tugayları’nın bu suikastın arkasında durmakla suçlanması belki de İran’ın boğulmak üzere olduğu ve arka bahçesinde ayağının kaydırılmaya çalışıldığı hissine kapıldığının göstergesidir. İsrail’in Suriye’deki İran hedeflerine yönelik neredeyse rutin hale gelen hava saldırılarının, Lübnan’daki ekonomik ve finansal çöküşün İran’ın ana müttefiki Hizbullah’ın dayandığı çevre üzerindeki yansımalarının etkisi de unutulmamalıdır. Bu bağlamda, İran’ın son haftalarda tanık olduğu patlamalar ve kendisini çevreleyen gizem de göz ardı edilmemelidir. Bu patlamaların en tehlikelisi, Natanz’daki nükleer tesisi hedef alan ve yol açtığı hasar hakkındaki tahminlerin çeliştiği patlamadır.
Bu olaylar, gelişmeler ve diğerleri, çatışma düzeyinin yükseldiğine ve ABD başkanlık seçimleri öncesi gibi yakın bir zamanda iki taraftan birinin, muhtemelen istemeden, kapsamlı veya sınırlı büyük bir savaşa dönüşebilecek askeri operasyon seçeneğine kayabileceğine işaret ediyor. Bu aşamada savaşın patlak vermesi kesinlikle ne İran’ın ne de ikinci kez seçilmek için yürüttüğü seçim kampanyasının ortasındaki Başkan Trump’ın çıkarınadır.
Böylece bölge iki eksik kazanım ile karşı karşıya kalabilir: İsrail’in Filistin topraklarını ilhak planını zamanla sınırlı olmayan gelecekteki bir aşamaya erteleyecek kadar tereddüt içinde olması. Dört olası senaryo kapsamında bölgede askeri operasyonların yaşanması olasılığının artması. Birinci senaryo, doğrudan ABD ile İran arasında bir savaşın patlak vermesidir. İkincisi, İran ile Körfez ülkeleri arasında karşılıklı bombardımanları yaşanmasıdır. Üçüncüsü, İsrail ile Hizbullah arasında bir savaş çıkması ki bu, en tehlikelisidir. Sonuncusu, Gazze’de sahnelenecek “mini bir savaş”tır. Fakat bu, hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sonuçları sınırlı olacak ve diplomatik bir ufku olmayacak bir savaştır.
Filistin, İsrail, İran ve ABD sahnelerini bir araya getiren bu tabloya bakarak, savaşa sürüklenmeden ya da savaştan sonra bölgesel bir uzlaşıya varma olasılığı olup olmadığı sorgulanabilir. Bu uzlaşının, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’ı kapsayıp kapsamayacağı sorulabilir. Uzun süredir beklenen ve 1990 yılındaki Madrid Konferansı gibi Washington ve Moskova’nın sponsorluğunda düzenlenecek uluslararası bir konferans aracılığıyla varılacak bir uzlaşının, daha karmaşık ve zor olan sorunun yani İsrail-Filistin ve genel olarak Arap-İsrail çatışmasının çözümüne giden yolu döşeyip döşemeyeceği sorgulanabilir.
Bu hayal edilen uzlaşının gerçekleşmesi için gereken varsayımsal veriler nelerdir?
Arap-İsrail çatışması dahil bölgedeki herhangi bir uzlaşının ilk adımı, İran’ın bölge ve dünyadaki rolünü gözden geçirmesidir. Bu gözden geçirme, İran’ı uluslararası sistem kavramı içinde bölgedeki normal boyutuna geri döndürecek, uluslararası toplumun güvenini yeniden kazanması için Arap ülkelerine yönelik genişlemeci ve yıkıcı eğilimlerinden vazgeçerek haydut bir devlet olma vasfından kurtulmasını sağlayacak şekilde olmalıdır.
İkincisi, İsrail, kibir ve küstahlığından geri adım atması gerektiğini ve ilelebet bir halkın tamamını ezip geçmeye, insani ve ulusal haklarını görmezden gelmeye devam edemeyeceğini kabul etmelidir. Buna karşılık Filistin Ulusal Otoritesi de Filistinlileri tek bir ulusal vizyon etrafında birleştirerek müzakerelerdeki pozisyonunu güçlendirmelidir.
Üçüncüsü, Suriye’den Yemen, Irak ve Lübnan’a kargaşa ve kaos içinde olan ülkelerde bölgesel uzlaşılar, devlet ve hukukun egemenliğinin geri dönmesini, sosyal dokularının iyileşmesini sağlamalıdır.
Dördüncüsü, süper güç olarak kabul edilen ülkelerde, gerilim ve çatışma noktaları arasında dikkatli bir şekilde yürüme, herhangi bir müzakere sürecini doğru görüş, dengeli bakış açısı, katı ve akılcı pozisyonlar ile idare edebilecek yeteneğe sahip bilge liderlikler olmalıdır.
Bunlar hayal edilen bir uzlaşı için sanal bir alemde sunulan varsayımsal verilerdir. Acı gerçeğe dönersek, İran gibi radikal rejimlerden rollerini gözden geçirmelerini, köklerinin mezhepsel mi yoksa etnik ve emperyal mi olduğunu artık bilmediğimiz emellerinden vazgeçmesini beklememiz zordur. Aynı şekilde İsrail gibi bir ülkeden seçilmiş halk ve kutsal tarih kibrinden vazgeçmesini de bekleyemeyiz. Yaralı Arap ülkelerinde ulaşılacak herhangi bir uzlaşının, yasal kurumları düzelse de ülkeyi yakın bir zamanda başarısız ülkeler hanesinden çıkarması da zordur. Çünkü iç bölünmeler ve bileşenleri arasında ortaya çıkan çatlaklar çok derindir ve herhangi bir yerde varılan bir uzlaşı ya da anlaşma ile kolay kolay ortadan kalkmayacaktır. Keza ülkelerinin süper ve büyük güç vasfından vazgeçip onun yerine büyüklük hissine kapılan dünya liderlerinin akıllı, sağgörülü, dürüst ve doğru bir davranışta bulunmalarını beklemek de zordur.
Önündeki tüm bu engellerle böyle bir uzlaşının takip edeceği yolu hayal etmek bile zor. Bu engellere bir de bölge ülkelerinin komplikasyonları katılıyor. Ayrıca, onları bu bölünmelerden kurtaracak, demokratik bir devlet inşa etme koşullarını yeniden sağlayacak, başarısızlık, bölünme ve parçalanma hortlağını uzak tutacak bir çözümün ufukta belirmesine olanak tanımayan trajik durumları ekleniyor.