Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Geçici ile esas olan arasında Kuveyt

Irak’ın Kuveyt’i işgalinin 30’uncu yıldönümü, Kuveyt’in diğer tüm ülkeler gibi neredeyse karantinada olduğu bir zamana denk geldi. İnsanların çoğu ya evlerinde ya da endişeli bir durumda ve dikkatliydi. Bu yüzden, söz konusu yıldönümü, insanlar arasında bir hatırlatma ve hatırlama, bu felaket ile bugün olup bitenleri birbirine bağlayıp dersler çıkarma fırsatı oldu.
Benzeri görülmemiş bir şekilde kullanımı yaygınlaşan sosyal medya platformları, bu zor ve kötü zamanla ilgili birçok resmi ve popüler anılarla doldu. Arap ve dünya ülkelerinin bu trajediye yönelik pozisyonları hatırlanıp gözden geçirildi. Keza siyasi güçlerin, özellikle de işgalin propagandasını yapıp haklı göstermeye çalışan Arap parti ve örgütlerin de. Siyasi güçler arasında bazıları Kuveyt’in kurtarılmasından ve işgali kınamaktan yanayken, bazıları da işgalin sürmesinden yanaydı. Kendisini haklı göstermeye çalışıyor, Saddam Hüseyin rejimi ve propaganda makinesinin uydurduğu yalanları teyit ediyordu. İşgalin yıldönümünde o zamana tanık olan birçok kişinin anıları su yüzüne çıktı. Görünüşe bakılırsa yetkili ve çoğu bilinmeyen sıradan vatandaşlar olsun Kuveyt vatandaşlarının çoğu, ancak yakın zamanda ortaya çıkan ve bilinir hale gelen büyük fedakarlıklarda bulundular. İşgal sırasında, Kuveytlilerin tümü ulusal bayrağın etrafında toplandı ve denildiği gibi hiç kimse sürüden ayrılmadı. Bu, birçok halka nasip olmamış, ender bir özelliktir.
Bu vesile ile dönemin Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdulaziz’in pozisyonu bir kez daha hatırlandı. Bazılarımız daha önce biliyordu, ama bazılarımız kamuya açık olmayan bir hadiseyi daha yeni öğrendi. Kral Fahd bin Abdulaziz ile ABD Başkanı Baba George Bush arasında gerçekleşen telefon konuşması, resmi metni ve Arapça çevirisi ile yakın bir zamanda Kuveyt gazetelerinde yayınlandı. Kral bu görüşmede “Saddam Hüseyin Hitler gibi mağrur. Ancak ondan daha kötü çünkü hem mağrur hem de çılgın” diyordu. Söz konusu telefon görüşmesi işgalin akşamında gerçekleşti ve Kral Fahd’ın teşvik ettiği uluslararası pozisyona kapı araladı. Çünkü bu hadise, sessiz kalınması ya da müzakere edilmesi mümkün olmayan, bölgesel ve küresel güvenliğe yönelik ciddi bir ihlaldi. Müdahale edilmemesi durumunda küresel bir felakete dönüşecekti.
Kral Fahd bu görüşmeden sonra açık ve net bir pozisyon benimsedi ve bunu şu ölümsüz sözlerle dillendirdi: “Biz tek bir ülkeyiz ya birlikte yaşar ya da birlikte ölürüz.” Felaketten 30 yıl sonra sosyal medyada en çok paylaşılan bu sözcükler oldu. Bu vesile ile çok sayıda Kuveytliyi konuk eden ve onlara güvenli bir yaşam sunan bütün Körfez ülkelerinin pozisyonları da anıldı. 1990 yılının eylül ayının sonlarında New York’a giden Merhum Kuveyt Emiri Cabir el-Ahmed’e eşlik eden grubun içinde ben de vardım. Emir, BM Genel Kurulu’nda bir konuşma yapmış, Kuveyt’teki felaket sahnesini uluslararası topluma açıklamış ve şöyle demişti: “Bugün sizlere barışı seven, onun için çalışan, bunu hak eden herkese yardım eli uzatan, Hanif İslam dinimizin bize emrettiği, uluslararası anlaşmaların teşvik ettiği, ahlakın yükümlü tuttuğu soylu mesaja inanarak çatışan tarafları uzlaştırmaya çalışan bir halkın mesajını taşıyorum. Bugün vatanımın güvenliği ve istikrarı tahripkâr bir el tarafından bozuldu. Düne kadar toprağı, barış içinde yaşamanın ve uluslar arasında kardeşliğin feneri, evi onurlu bir yaşam arayan güvenli halkların buluşma yeri olan bir halkın mesajını size taşıyorum. Bugün bu halkın bir bölümü sığındığı yerde umudu kucaklayan, ne yapacağını bilemeyen evsizlere, bir bölümü de ne kadar şiddetli ve acımasız olursa olsun kanıyla ve ruhuyla bu işgale teslim olmayı reddeden direnişçi ve tutuklulara dönüştü.
Genel Kurul’da bulunanlar konuşması sırasında birden fazla kez ayağa kalkıp Kuveyt Emiri’nin bu sadık, samimi ve bedenleri sarsan duygusal sözlerini memnuniyetle destelemiş ve alkışlamışlardı. Kardeşin kardeşe ihanetini, barış içinde yaşayan bir toplumu hedef alan bir zorbanın silahını anlatan bu sözlere, bazılarının acı ve hüzünlü gözyaşları eşlik etmişti. Sonunda, bu ulusal, bölgesel ve küresel pozisyon, kibirli ezici güce galip geldi.
O tarih ile bu tarih yani mevcut koronavirüs salgını ile yolsuzluk dosyaları arasındaki fark, işgal ve salgının ne kadar uzarsa uzasın geçici olmaları, yolsuzlukla mücadelenin ise devletin bekası ve toplumun sürdürülebilirliği için esas olmasıdır. Salgının başında hükümet, kendisi ile başa çıkmak için aldığı rasyonel ve hızlı tedbirler sayesinde, Kuveyt Ümmet Meclisi’nden daha önce hiçbir hükümetin almadığı bir övgü almış olmasına rağmen çok geçmeden yolsuzluk dosyaları ortaya döküldü. Tecrit altındaki Kuveytlileri meşgul eden utanç verici dengesizlikler açığa çıktı. Bazıları hemen bunun ulusal bedene yayılmış belirtilerini eleştirmeye başladılar. Toplumun gözü önünde, ortak adı yolsuzluk dosyaları olan bir dizi kötü kokulu dosya açıldı. Bir değil iki, üç dört ve daha fazla, devlet hazinesinden doğrudan ya da dolaylı yollarla hortumlanan milyarlarca dolarla ilgili şok edici dosyalar ortaya saçıldı.
Açıkçası zamanlama bundan daha kötü olamazdı. Bu, bir bencillik ve ele geçirme lanetiydi. Pek çok toplum bu lanete yakalanmıştır ve bunun hiçbir mazereti yoktur. Doğrusu, Kuveyt’te bu yolsuzlukların ifşa edilmesi ve soruşturulması, tabii ki her sanık suçu ispatlanana kadar masumdur kuralı esas alınarak, her halükârda övünülesi bir durumdur. Halk soruşturmaların sonucunu bekliyor. Buna göre, kararlı bir şekilde yolsuzluğu kökünden söküp atma, devleti bu kronik hastalıktan kurtarma niyetinde mi olunduğu yoksa tatlı kelimeler ve açıklamalar ile halı altına mı süpürüleceği görülecek. Bu bir bahistir. Burada bahis konusu, işgalde olduğu gibi savunulması gereken bir vatan ya da salgınlarda olduğu gibi savunulması gereken vatandaş değildir. Aksine toprak, vatan, ekonomi, güvenlik ve gelecektir. Bu dosyalar, modern Kuveyt tarihinin çok kritik bir zamanına damga vurdu ve bunun izleri kalacaktır.
Burada sorulması gereken soru şu: Ülke, bu dosyaları sağlıklı bir şekilde kapatıp tekrar ayağa kalkarak altmışlı yıllarda başladığı kalkınma yoluna devam edebilecek mi? Bir gözlemci olarak elimdeki kanıtlar, siyasi irade olursa kesinlikle yapabileceğini gösteriyor. Kuveytlilerin büyük bir kesimi ülkelerini kişisel çıkarlarından çok daha fazla seviyorlar. Bu kesim, karalamak ve suçlamak için değil, düzeltmek ve reform için bugün her zamankinden daha fazla sesini yükseltmelidir. Nitekim bu kesimden bir grup son olarak, akıllıca bir üslupla yazılmış, yolsuzluk dosyalarının ciddi bir biçimde değerlendirilmesi çağrısında bulunan “Yeni Kuveyt” başlıklı bir bildiri yayınladı. Bildiri ulusal gündeme alınırsa, arzu edilen ve yeni bir dönem çağrısı yapan reform için ilk ve gerekli adım atılmış olacaktır.
Bu yeni dönem, daha önce 7 ay süren Irak işgali döneminde, vatanlarını desteklemek için yapmaları gerekeni yapan, fedakarlıktan kaçınmayan, bunun için canlarını veren Kuveytlilerin attıkları temel üzerine inşa edilecektir. Bu insani doku Kuveyt toplumunda vardı ve hala da var. Bildiriye imza atanlar ve benzerleri, belki de bu kez zorlukların daha büyük olacağı kapsamlı reform gündeminin başlamasını ummaktadırlar.
Sonuç olarak; Machiavelli’ye göre bir yönetici hem sevilen hem de korkulan biri olmalıdır, ama eğer birisini seçmesi gerekiyorsa, ikincisini seçmelidir.