Hazım Sağıye
TT

Lübnan felaketi akabinde dört yorum

1-Lübnan’da iktidar, son felaketten sonra, yağmacı, kotacı, mezhepçi veya kendisine verilen herhangi bir bilindik tanımla anılan bir iktidar olmaktan çıkıp, doğanın kendisine düşman, kontrolsüz bir canavar haline geldi.Ölenlerin, kaybolanların, evleri yıkılıp evsiz kalanların, geçim kaynaklarını kaybedenlerin yanı sıra felaket, yok etme, silme veya kökünden söküp atma gibi ifadelerle sembolize edilebilecek jeolojik eylemler gerçekleştirmeyi başardı.
Lübnan’ın Hiroşiması ya da Lübnan’ın Çernobili, bazı küresel medya organlarında patlamayı tanımlamak için bu ifadeler kullanıldı.
Dağlarda taş ocakları faaliyetleri ve kumsallardan kum çalmak gibi, bu ülkede çevreye yönelik “yok etme” girişimlerinin bir geçmişi olduğunu biliyoruz. Ancak bu kez, doğaya karşı işlediğimiz düzensiz katliamların ve pogromların ötesine geçtik. İmha etme, çevre soykırımı ve holokostu aşamasına geçiş yaptık.
Beyrut’ta bazı sokaklar, tamamıyla bir enkaza dönüştü. Bir ülke başkentsiz kaldı. Oysa Beyrut’un eski tarihi bize, MS 6. yüzyılın ortalarında şehri vuran büyük depremde sadece bir Roma hukuk okulunun yıkıldığını anlatıyor.
Şiddetli savaşların şehirlerinin tamamını ya da bir bölümünü un ufak ettiği biliyoruz. İkinci Dünya Şavaş’ı bu konuda meşhurdu. Ne var ki, son olarak, Beşşar Esed ve hocaları Ruslar, Halep’in kökünü kazımakta gösterdikleri büyük ustalıkla onu geride bıraktılar.
Lübnan’da iktidar, doğanın çılgınlaştığı zamanki çılgınlığıyla, mutlak savaşın şiddetini bir araya getirdi. Bir iktidar, vatandaşlarının karşısına bu iki özellik ile dikildiğinde, bu sadece onlara karşı duyduğu nefret ve küçümsemeyi ilan ettiği şeklinde yorumlanabilir. Ona göre, bu kişiler ihtiyaç fazlasıdır ve gerektiğinde onlardan ve dünyalarından da vazgeçilebilir.
Bütün bunlar içinde asıl inanılmaz olan, bu suçları işleyenin bir imparatorluk, totaliter bir iktidar, bu tür eylemlerde uzman sayılan karizmatik ya da kahraman liderler değil, aksine bayağılığın ve ahmaklığın saf  halini temsil eden bir iktidar olmasıdır. Buna rağmen, daha önce yüz binlerce kişinin sokağa dökülmesini sağlayan bir devrimden kurtulduğu gibi bugün de bu korkunç felakete rağmen kurtulması mümkün. Bu, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir olgudur. Ama onun da ötesinde tarihsel bir karamsarlığı temsil etmektedir.
2-Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un onlara davranma şekli, halk ile iktidar, hükmedilenlerin acıları ile hükmedenlerin yozlaşmışlıkları arasında birden fazla kez ayrım yapması Lübnan’ın yöneticileri için küçük düşürücüydü. Yetkililer ile sadece nezaket gereği görüştüğünü söylemesi ve ülkesinin Lübnan’a yapacağı yardımların yolsuzların eline geçmeyeceğini vurgulaması onlar için aşağılayıcıydı.
Bu yolsuzlar ise toplu olarak istifa etmekten kaçınarak Macron’un sözlerini doğrulamaktan başka bir şey yapmadılar. Bazıları da nahoş figürleri ve sembollerine karşı yapılan “küstahlıklarla” mücadele etmekle meşgul oldu. Ardından, Fransa Cumhurbaşkanı’nın bu aşağılamasına karşılık olarak Fransa’nın tıbbi malzeme yardımını reddettiler.
Hükmedilenler ile hükmedenler arasındaki bu fark, aslında Lübnanlılar ya da en azından çoğu için bilindiktir, fakat Fransa gibi bir ülkenin diplomasisinin, özellikle de cumhurbaşkanı aracılığıyla bunu dile getirmesi, aşağılamayı iki katına çıkaran bir şeydir. Ancak aşağılama, aşağılanan kişi bunun farkında olduğunda tam olur. İşte Lübnan’da olmayan şey de budur.
3-Lübnanlıların çoğu, özellikle de sokaklarda Macron’u karşılayanlar, Fransız manda yönetiminin geri dönmesi isteklerini dile getirdiler. Yöneticilere hakaretlerin eşlik ettiği bu çağrı, Büyük Lübnan’ın kuruluşundan 100, Lübnan’ın bağımsızlığından 77 yıl sonra geldi.
Bu dilek, en azından sömürgecilik ve manda yönetimleri zamanı sona erdiği için gerçekçi değildir. Bununla birlikte, Lübnanlıların ve birçok “üçüncü dünya” halkının yaşadıkları deneyimler, “sona erdi” kelimesine “ne yazık ki” kelimesinin de eklenmesine olanak tanıyor. Sayısız deneyimlerin gösterdiği gibi bağımsızlıklar ve kurtuluş hareketleri, kendisini ve uygunluğunu meşruiyetini kanıtlamak için tek başına yeterli değildir. Bunun yanında başka şeylere de ihtiyacı vardır.
Bilhassa Lübnan’da bazılarımız, 1958 yılındaki minyatür savaştan sonra Şahapçılık ile mutlu sona ulaştığımızı düşündü. 1975-1989 iç savaşından sonra da “imar” ile bir başka mutlu sona ulaştığımızı düşünenler oldu. Oysa bu iki son da mutlu değildi. Görünüşe bakılırsa, yolsuzlukla mücadeleye, kararlarına saygı duyulacak bir yargı inşa etmeye, yöneticilerimizi kendimiz seçmeye gücümüzün yetmemesi gibi mutluluğu sağlamaya da gücümüz yetmiyor.
4-Hasan Nasrallah felaketten sonra yeniden karşımıza geçip bir konuşma yaptı. Fakat Hizbullah Genel Sekreteri siyasi otoriteyi sorumlu tutmak yerine şu ana kadar masum olduğunu, ilk sınavını verdiğini ve başarılı olabileceği gibi olmayabileceğini de söyledi. Böylece, Ekim devriminde deneyimlediğimiz şeyi, Hizbullah’ın en nihayetinde bu iktidarın hamisi olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk. Hizbullah’a atfettiği masumiyete ve kendisine yöneltilen suçlamaları kınamasına gelince, Nasrallah’ın bunun nedenleri üzerinde durmadığı aşikar. Zira küçük veya büyük olsun bir patlama gerçekleştiğinde şüpheler, daha patlamanın sebepleri ortaya çıkmadan önce ilk olarak, savaşçılara yönelir. Silah, her zaman yıkımın ilk şüphelisidir. Birçok insan böyle düşünür ve hisseder. Çok küçük bir azınlık, bu patlamadan sonra Hizbullah’ı değil de “Lübnan Ulusal Blok”unu ya da “Taşnak Partisi”ni suçlamaya eğilimli olabilir.