Abdulaziz Tantik
TT

Mevcut felsefi bakışın dışına çıkmak…

Modern düşünce ile bir hesaplaşma yapmanın zorunlu koşulu onun dışına çıkmayı başaracak bir cesaret ve iradeye sahip olmaktır. Hesaplaşma, modern düşüncenin içinde kalarak gerçekleştirilemez. Çünkü o zaman modern düşüncenin ‘ilksel’ kabullerini taşımayı zorunlu kılmaktadır.
Hâlbuki modern düşünce ile bir hesaplaşma tam da o ilksel kabullerini tartışmaya başlamak ve o kabullerin insanlığı getirdiği noktayı gündeme taşımaktır.
Cogito’nun kurgulandığı ve bireyin özne olarak varlığını kesinleştirdikten sonra, hümanist çağ adını alan bu yaklaşımın post hümanist çağa geçişinin cogito/özne adına hesaba çekilmesi elzemdir.
Özneyi akıl üzerinden her şeyin kurgulanabileceği sava taşıyan ve aşkınlığı reddederek ‘olan’ üzerinden her şeyi anlamlandırmaya çalışan modern düşüncenin geldiği son noktada ‘aklın yetersizliğini’ ilan ederek ‘yapay zekaya’ sığınmasının da hesabı sorulmalıdır.
Aklı, yapay zeka tanımı içinde tanımlamak, aklın bütün aşkınlığını reddederek sınırlamak, o aklın sorun üreten bir mekanizmaya dönüşmesini sağlaması kaçınılmazdı. 
Modern düşüncenin kabulleri üzerinden olup bitecek olan her şeyin sürekli iyi kategorisinde algılanması, aslında modern düşüncenin ilerlemeci anlayışının nasıl bir temel kabule dönüştüğünü gösterir. O yüzden, ‘ilerlemeci tarih algısı’, ne gelirse kabulümdür hikayesine dönüşerek insanın ölümünü de ilan etmeye hazırlanıyor.
Reel sınırlar içinde aşkınlığı yok saymanın en önemli sorun alanı, ‘değersizleştirme’ ve dolayısıyla bir ‘hiçliğe’ düşmedir. İnsan, ‘kendi aşkınlığı’ içinde ‘huzur’ bulur. Yani insan, dünya ve dünya içre olma hali tarafından sıkıştırılır ve kendisini cenderede bulunuyor gibi bir hissiyata taşır. Bunu nerede ise her insan teki yaşar.
Bu daralma, ancak ‘hayal gücü’ ile kendini mevcudun dışına attığında insan rahatlar. Başka bir sorun ise; olup biten her şeyin yegâne sorumlusu olma halinin dayatması karşısında insanın bu yükü taşıyamama kaygısı yüzünden ‘kendinden kaçışı’ ve ‘yabancılaşma’ temayülü…
Özne, aşkınlığı reddettiğinde doğal olarak irade ve akıl sahibi yegane varlık olarak kendisi kalmaktadır. Bu yüzden doğayı biçimlendirmeye yeltendiği gibi toplum ve insanı, dolayısıyla siyasi ve sosyal bilimler üzerinden kurgulanmış bir birey ve yaşam alanını da kendisi oluşturuyor.
Bu da sorumluluğu özneye; yani kendisine yüklemektedir. Mükafat ve ceza bizzat insanın/öznenin akli ve siyasi yetisine bırakılmıştır. Bu noktada her özne aynı özelliğe sahip olamayacağı için doğal olarak güç/erk devreye girmekte ve kimin erk sahibi olacağını belirleyecek demokrasi araçsallaştırılarak halkın egemenliğini onun adına bir yönetme erkine devri söz konusu edilmiştir.
Çünkü diğer yönetim biçimleri modern düşüncenin kabulleri ile örtüşmüyordu. Sonuçta demokrasi bir ‘seçim aristokrasisi’ oluşturarak demokrasiyi de bir elit sınıf yöneticiliğine dönüştürdü. Ama hep perde arkasında ise burjuva/sermaye sınıfının çıkar ve garantörlüğü dikkat çekiciydi.
Doğal olarak modern düşünce bir krizler tarihine sahip oldu. Her kriz döneminde ise sermaye biraz daha palazlandı ve halk biraz daha fakirleşti. Arada halka, nefes alması için bazı haklar verildi tabi…
Modern düşünce hiçleşmeye ve yabancılaşmaya bir çözüm bulamadı. İlişkilerde değer yerine çıkar öncelendi. Kesinlik arayışı, çıkarı, çıkar ise uzlaşıyı öne çıkardı. Modern düşünce aslında kesinlik, çıkar ve uzlaşı üzerine kurulu bir ilişkiler ağını güçlendirdi.
Bu ağ, hem bireyler arasında, hem toplumsal yapıda ve hem de devlet yönetiminde eksen oldu. Bu durum doğal olarak, hiçleştirmeyi kronikleştirdi, yabancılaşmayı da derinleştirdi.
O yüzden modern özne, önce parçalandı, post modern yaklaşım ile çoğul bir özne algısı üretildi. Bu parçalanma beraberinde travmalar üretti. Artık, modern özne, post modern özneye dönüştüğünde psikolojik hastalıkların pençesinde bir rutin/doğal hal oluşturdu.
Modern düşüncenin idealleri vardı: özgürlük, eşitlik ve haklar… Bugün insan, modern düşüncenin başlattığı yeni zindanında huysuz, kaygılı ve istekleri altında ezilen bir olguya dönüşmüş durumdadır.
Mutsuzdur, çünkü isteğini yerine getirecek koşullar için sürekli kendisinden vazgeçmeyi sağlayacak yeni durumlar oluşturuluyor. Harcamak için çalışması veya çalması gerekli. Çaldığında ise istediği gibi harcama zemini bulamıyor. Yakalandığında ise özgürlüğünü kaybediyor.
Bir sürü şey istiyor, ama elinde olan imkanlar ile bunu karşılaması mümkün değil! O zaman sürekli kendi kendisini yiyip bitiren bir konuma saplanıp kalıyor. Sürekli seyrettiği şeyler ile avunup ağzı sulanan, ama hiç kavuşamayan misali gibi sürekli homurdanmayı ve başkasına haksızlık edeceği zaman hiçbir vicdan azabı duymayacak bir duyguya yenik düşüyor.
Yani modern özne, öyle sanıldığı gibi özgür değil! Özgürlüğü kendisine dayatılan koşullara uygun ve uyumlu olduğu sürece geçerli ki bu da özgürlüğün tanımını baltalayan bir durumu işaret eder.
Eşitlik ise sadece kavram olarak vardır. Eşitsizliğin hikâyesine dönüşmüş durumda modern özne ve birey… Bilgiye ulaşmada, makam ve mevkie ulaşmada, ticarette, bürokraside, hatta yaşama koşullarında bir eşitlikten söz edilemez.
Hak mevzuu ise çok daha derin bir travma; bugünlerde ise sadece hayvanların, LGBTİ gibi sapkın tutumların haklarından söz edilir. İşçi kalmadı ki hakkından söz edilsin. Öğrenciler, memurlar, küçük esnaf vesaire kendileri için var olan hiçbir hakka sahip değiller.
Ancak, iktidarda olan yönetici ile bağın ölçüsünde hakkını ve daha fazlasını elde etme imkânı buluyorsun. O da hem yabancılaşmayı ve hem de değersizleştirmeyi birey planından toplumsal zemine taşıyor.
Modern özne, paralısı, parasızı, bürokratı, memuru, işçisi, işsizi, köylüsü, kasabalısı, kentlisi, partilisi, muhalifi, polisi, askeri vesaire huzursuz; kelimenin tek anlamı ile ‘huzuru kaçmış’ durumdadır.
Felsefi olarak gelinen nokta da ise; insanın tahtından indirildiği ve yeni tanrıların ortaya çıkmasına zemin oluşturacak ‘yapay zeka’, ‘dijitalleşme’ senaryoları kol geziyor.
Peki, ne oldu bu ‘modern özne’ye? Artık esamesi okunmuyor. Gücü olan borusunu öttürüyor. Her yerde, desise, yalan, talan, rüşvet, dolandırıcılık, sahtekârlık, ihtikâr, adam kayırmaca vesaire normali oluşturuyor.
İşte muhafazakâr bir yönetim altında deizm patlama yaşanıyor. Neredeyse bütün dini değerlerin altı boşalıyor. Muhafazakâr nesil ise kendi ebeveynlerinin düşünce dünyalarına yabancılaşmayı bir öncelik kabul ederken değerlerine olan güvenlerini ise kaybetmiş durumdadırlar. Modernleşmenin tabii sonucu ve modern öznenin kaderi bu… Kaçınılmaz sonu…
Badiou ve benzeri düşünürlerin felsefi düşünüşün ve yöntemin dışında kalma arzularını anlamaya başlıyorum sanırım... Çünkü onlar bize göre durumu daha derinden yaşıyorlar. Ve bunu keşfetmeleri daha kolaydır. Ancak, çözüm olarak öne sürdükleri şey ise yine modern kabulleri sağlayan ilksel tutumdan kurtulmayı sağlayacak bir zemin kuramıyor. Bu yüzden eleştiri haklı, ama çözüm konusunda sorun ortada duruyor.
Yukarıdan itibaren şunu söylemek istiyorum: felsefi bakış hem sınırlı ve hem de keskin ve sorunu çözme yerine yeni sorunlar icat ediyor. Bu yüzden hakikat diye bize sunulan şey, reel olanın dışında bir şey değildir.
Hakikat demelerine aldanmamak gerekir; onlar realiteyi hakikat yerine kullandıkları gibi hakikati de realite yerine kullanmaktadırlar. Bu bakışın dışında kalarak hakikat ile yüzleşme cesaretine sahip olunmalıdır.
Yeni bir düşünce ve yeni bir bakış için elzem olan, bugüne kadar meydana gelmiş düşünce geleneği ile bir hesaplaşmadır. Modernlik bu hesaplaşmayı sağlayarak var oldu ve tarihin akışını değiştirdi.
Post modernlik, modernlik ile hesaplaşarak yeni bir tarih yazıyor. Ama uzun sürmedi. Şimdilerde yapay zeka ve ‘bağlantısal bütünlük’ üzerinden yaşam merkezli yeni bir bakış ve düşünce öne çıkmaya başlıyor. Yakın zamanı belirleyecek olan görüş bu olacak gibi…
Şimdi de modernliğin başlattığı ve sonrasında meydana gelen düşünceleri de kapsayarak bu temel düşünce aksiyomları ve sistematiği ile hesaplaşarak doğruyu ve hakikati onun dışında arayacak yeni ve cesur bir adıma ihtiyaç vardır.
Badiou ve benzerleri her ne kadar modernliğin dışında kalsalar da temel kabulleri reddedemediler. Bu yüzden modernliğin nefes almasına imkân tanıdılar.
Ancak yeni bir bakış ve bize dayatılan kavramların içeriklerini yeniden düşünmek ve sağlıklı bir zihinsel yapı ile yeni bir düşünceyi çekincesiz, korkusuzca ve kompleks yapmadan ortaya koymanın vaktidir.
Hakikatin bir ucunu tutarak onu kuşattığını düşünen veya onu reel zemine mahkûm ederek icat edilen bir gerçek üzerinden tahakküme varan bir şiddet ile anlama çabasının bir karşılığı olmadı, olmayacaktır.
Eğer olay merkezli düşünülecekse, yaratılışın başlangıç anının olay olarak çözümlemesini yapmadan yola çıkmanın bir anlamı yoktur. Hâlbuki o olayın algılanmasına imkân tanıyan bir felsefi veya bilimsel bakış mümkün görünmüyor, spekülasyon dışında tabi...
Ama mademki kesinlik arayışını önceleyen bir sistem ile karşı karşıyayız. O zaman o ilk olayı çözümleyecek bir muhakeme ve mantık ile bakış yok ortada...
O zaman neyi tartışıyoruz ki?
Eksik başlayan her şey eksiklik taşıyarak hitama erer.
Modern bakışta bu sondan mahkûm kalmadı, kalmayacaktır...
Müslümanlar, modern düşüncenin ve bakışın dışında kalacak bir potansiyeli taşıyor. Bu potansiyeli harekete geçirmek için yeter şartları, kendi ilmi geleneğindeki usulü yeniden keşfederek ve yenileyerek var olmaya çalışmaları ve anlamın yeniden hem dünyanın hem de insanın gündemine taşınmasına aracılık etmeleri kendilerine yüklenmiş bir sorumluluktur. Bu sorumluluktan kaçınılmaz da… Bakalım, kim elini taşın altına koyacaktır.