Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

Riyad açık bir şekilde konuşuyor!

Washington’un son günlerdeki bölgemizle olan ilişkisini, Amerika’nın Ortadoğu’ya dönme mevsimi olarak tanımlayabiliriz.
Bu mevsim her dört yılda bir, tam da Amerikan başkanlık seçimlerine denk gelen zamanlarda başlıyor.
Şu günlerde Beyaz Saray için  iyice kızışan başkanlık yarışında, Kasım ayının ilk haftasında seçmen ya Donald Trump’ı son defa tekrar seçecek yada rakibi Joe Biden’ı seçerek onu oval ofise taşıyacak.
Her iki adayın da Ortadoğu’ya yönelip bol iltifatlı mesajlar vermek için daha elverişli bir zaman olamazdı. Belki bu yol seçmenlerinden daha çok oy almaya yarar!
Amerikan yönetimlerinin bölgemize yönelik eski ilgi ve alakalarının kaybolduğuna dair çok şey okuduk ve duyduk. Ayrıca Amerika’nın artık muhtemel rakibi olan Uzak Doğuya ve Pekin’le yaşanan ekonomik savaşlara yoğunlaşıp yöneldiğini de çokça işitmiştik. Ancak görünen o ki Amerikalıların gündemlerinde tekrar Ortadoğu var.
Aslında Amerikalı başkan adaylarının Ortadoğu ile ilgilenmelerinin elbette bir mantığı var. Sadece başkanların değil genel olarak Amerikalıların bölgemize ilgisinin iki sacayağı ile açıklanır; ilki Arap petrolü bir diğeri de Ortadoğu’ya yerleştirilen ve hala bölgede dışlanan İsrail faktörüdür.
Ancak şu bir gerçek ki Amerika, kendi topraklarında yeteri kadar petrol çıkartıyor ve yakında bizim petrolümüze ihtiyacı olmayacak. Ayrıca 1979’da Tel Aviv’de imzalanan Barış Anlaşması İsrail’i kısmide olsa güvende tutuyor bu durumda Amerika’nın dikkatlerini Ortadoğu’dan çevirip uzak doğuya yönlendirmesi için uygun zaman gelmiş olur.
Ancak bu konulara hakim biri, bu analiz biçiminin çok da dakik olmadığını bilir. Çünkü söylem ile eylem arasında gerçeklerin ortaya koyduğu farklı bir pozisyon da var. Amerika’da çıkartılan kaya petrolünün Arap petrolüne olan ihtiyacı azaltmayacağı ve İsrail’in istikrarı için Mısır ve Ürdün’le yaptığı barışın yeterli olmadığı ve diğer Arap başkentleriyle de barışın tesis edilmesi gerektiği gerçeği var.
Bu yüzden bölgemizde son bir haftadır Trump yönetiminin kurmayları tarafından yoğun bir ziyaret trafiği yaşanıyor. Trump açısından ise bu ziyaretlerin Demokratlarla olan rekabetiyle direkt bir ilişkisinin olduğu aşikar. Bu yarışın kızıştığı bu zamanlarda  birkaç hafta sonra oval ofise kimin geçeceği belirlenecek .O ofise geçecek olan kişi seçmenlerinin oyuyla orada olacak torpil , iltifat yada şefkat ve ilgi gösterileriyle değil.
Adayların bu yarışı, seçmenin aklı ve vicdanı üzerinden yürütülüyor ve bu yarışın sonucunu kimin hangi seçmen kitlesini kendi safına çektiği  şekillendirecek.
Seçmen kitlesi arasında hatırı sayılı bir kitle bizim coğrafyamızla birebir ilgili ve bu kitle İsrail’in ve komşularıyla olan ilişkisine büyük önem veriyor.
Bu yüzden Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Gerard Kushner ile birlikte Ulusal Güvenlik Danışmanı Robrt O’Brien bölgemize  bir çok üst düzey rütbeli general heyetiyle birlikte geliyor. Bu kadar önemli kişiliğin bir anda aynı bölgede bulunmasının Trump’ın seçim kampanyasına destek amacıyla olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek.
BAE bu ayın 13’ünde İsrail ile normalleşme sürecini resmen açıkladı. Ardından önümüzdeki dönemde bu iki ülke arasında bir dizi anlaşmalar imzalanacak ve bu bağlamda  Pompeo’nun ilk ziyaret durağının İsrail olması ve ikici durağının BAE’in  olacağı  sürpriz değildi ancak son anda bu ziyarete ani ekleme yapılarak BAE ziyareti başka ülkeleri ziyaretten sonraya ertelendi.
Kushner  ve O’Brien’in  Ortadoğu ziyaret trafiğinde bir dizi Arap başkenti olması ve bu başkentlerden birinin Abu Dabi ile birlikte İsrail ile normalleşme kervanına katılacağı  düşünülen ülkeler olması tesadüf değil. Aslında Kushner’in “Fox News” kanalına verdiği demeçte Tel Aviv’le normalleşme dönemine geçecek diğer bir Arap başkentine işaret etmesinin bir önemi yok. Önemli olan bu Arap devleti Amerikan dışişleri bakanı Popeo’ya ya da Başkanın danışmanı ve damadına ne cevap vereceğidir. Belli ki bu trafik başkanlık seçimi tarihine kadar bu yoğunlukta devam edecek.
Amerikan kurmayları, herkesin dilinde dolaşan o Arap ülkesinden İsrail ile normalleşmeye karşılık vereceği destekler ve imtiyazlardan bahsederken bu Arap ülkesi onlara ne cevap vermeli?
Bu soruya cevap vermeye çalışmadan önce bu ülkenin öncelikle Suudi Arabistan’ı örnek alması gerektiğini düşünüyorum. Onlara Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal Bin Farhan’ın Alman mevkidaşıyla yaptığı basın açıklamasındaki dilde cevap vermesi gerektiğine inanıyorum.
Suudi bakanın açıklaması çok netti; ülkesinin barışı stratejik bir karar ve gereklilik olarak gördüğünü ve İsrail ve Filistin barışının,  2002 Mart’ında Beyrut’taki Arap Zirvesinde deklere edilen ve iki ülkenin barışının  toprak şartına bağlı olduğunun belirtildiği ilkeye bağlılıklarını ilan etti. Bu açıklama her şeyden önce barışın uluslararası düzeyde Filistin devletini İsrail devletinin yanı başında bir devlet olarak tanınmakla mümkün olacağını bu şekilde uluslararası kabulün yanı sıra  Arap ülkeleri arasında bir kabulü aynı zamanda Filistinliler açısından da eksiksiz bir rızayı sağlayacaktır. İsrail’in barış içinde yaşaması, komşusu Filistin’in uluslararası anlamda bir devlet olarak tanınmasından geçer.
Özetle Suudi bakanın açıkça ifade ettiği ve Arap Birliğinden çıkan çözüm önerisi bunu anlatıyor. Normalleşme talebiyle barış ve imtiyaz vaatleriyle kapısı çalınacak her Arap ülkesinin vermesi gereken cevap da tam olarak bu .
Barış, bedelini İsrail’in kendi rızasıyla ödediği gün mümkün olur.
Suudi Arabistan’nın mesajı çok açık. Barışın yanındayız ancak bu barışın İsrail tarafından ödenmesi gereken bir bedeli var. O bedel de İsrail’in Filistin’in İşgal ettiği topraklarından çekilmesidir.
Ardından da Filistin devletini resmen tanınmalıdır aksi taktirde barışın mümkün olmayacağı gün gibi ortada.