Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Türk-İran hırslarının Arap ulusal güvenliğine yönelik tehlikeleri

Bazı okurlar şöyle sorabilirler: Makalenin yazarı neden bu kadar Türk-İran hırslarına odaklanıyor? Sadece bu ikisi mi Arap ulusal güvenliği için risk oluşturuyorlar? Peki, İsrail ve Hindistan gibi diğer bölgesel güçler, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, yükselen ve ABD ile rekabet halinde olan küresel güçler, bütün bunlar Arap ulusal güvenliğini tehdit etmiyorlar mı? Arap bölgesine yönelik hırsları ve emelleri yok mu? Sorular meşru ve gerçekçi ama konuyu Türk-İran hırsları ile sınırlamamızın nedeni bu makalenin, daha önce yazmış olduğumuz “21’inci yüzyılın Sykes-Picot’u” ve “Arapların 21’inci yüzyıl Sykes-Picot’u karşısındaki sorunları” başlıklı makalelerin uzantısı olmasıdır. Bu yazı dizimizin devamı olarak bugünkü makalemizde, Türk-İran hırslarının boyutlarını, özellikle de Körfez ve Yemen yönleriyle Arap ulusal güvenliğine yönelik risklerini ele almaya, Türkiye ile İran’ın hırsları arasındaki farkları ve karşıtlıkları anlamaya çalışacağız.
Türk müdahalesi ile İran müdahalesi arasındaki temel farklılık noktalarından biri, Arap halklarının kolektif hafızasındaki, çok sayıda Arap ülkesini egemenliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. Osmanlı İmparatorluğu Arap bölgesine beraberinde refah ve medeniyetin modern tezahürlerini getirmedi. Modern değerlerin temelini atmadı. Buradaki halklar Osmanlı hakimiyetinden kurtulduklarında bağımsız devletlerinin, dünyada bağımsızlıklarını kazanan diğer ülkelere ayak uydurmasını sağlayacak modern kurumlar inşa etmedi. Bir örnek, Güney Arabistan'daki İngiliz sömürgeciliği ile Yemen'deki Osmanlı-Türk sömürgeciliği arasındaki farkı gösterecektir.
İngiltere, Aden ve Güney Yemen’in diğer bölümlerinden ayrıldığında, bağımsız güney liderliğinin bağımsız bir devletin ihtiyacı olan kurumları inşa etmesine gerek kalmadı çünkü gelişmiş bir idari ve finansal sistem miras almıştı. Bir hükümet, parlamenter sistem, mahkemeler, organize bir ordu ve polis güçleri, yazılı bir anayasa vardı. Çok partililiğin yanı sıra bir dizi gazete, banka ve finans kurumu vb. devlet yapıları ve gereksinimleri vardı.
Diğer tarafta, Kuzey Yemen’deki kardeşleri ise Osmanlı Devleti’nden, Güney’in İngiltere’den miras aldıklarına benzer bir miras almadı. İngiliz sömürgeciliğini yüceltmiyoruz. Yalnızca biri gerici diğeri sömürgesinde devlet kurumları inşa eden iki işgal arasında karşılaştırma yapıyoruz. Güney, bağımsızlığını elde ettikten sonra bu kurumlardan faydalanırken Osmanlı hakimiyeti altındaki Kuzey, bunlardan mahrum kaldı. Yemen birliğinin başarısız olmasının nedenlerinden biri de, işte Kuzey ve Güney arasındaki bu miras eşitsizliğidir.
İran ve Türkiye arasındaki bir diğer farklılık, Türklerin bazı bölgelerde Osmanlı İmparatorluğu geçmişini canlandırmaya, bir güvenlik yapısı, siyasi ve askeri bir etki alanı oluşturarak etki alanlarını genişletmeye çalışmalarıdır. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs haricinde sınırlarının dışında askeri üsleri yoktu. Türkiye, 1974 yılında adadaki Türk azınlığı koruma gerekçesi ile bir harekat düzenlemişti. O tarihten itibaren burada bir kuvvet bulunduruyor. Türkiye ayrıca tek taraflı olarak Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’ni de deklare etti ama dünyadaki hiçbir ülke, tabi ki Türkiye dışında, kendisini tanımadı.
Erdoğan rejiminin iktidara gelmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etme eğiliminin ortaya çıkmasıyla, Türkiye’nin Katar ve Somali’de askeri üsler edinmeye yönelik yoğun çabaları başladı. Türkiye’nin bu iki ülkedeki askeri üslerinin misyonları, Suriye ve Irak’ta inşa ettiği üslerinden farklı. Sözgelimi Suriye’deki üslerinin, Suriye Kürtlerinin özerklik hayallerini gerçekleştirmelerini engellemekle bağlantılı belirli bir işlevleri bulunuyor. Suriye ve Irak’taki askeri üslerinin bir diğer amacı da PKK unsurlarını engellemek ve onlarla savaşmak.
Ne var ki Türkiye, 2012 yılında iki ülke arasında imzalanan askeri bir anlaşma ile Somali'nin başkenti Mogadişu'da da askeri bir üs inşa etmeye başladı. Ekim 2017’de askeri üssünün açılışını yaptı. Bu üs, Afrika Boynuzu'ndaki nüfuzuna dayanarak Türkiye’nin Aden Körfezi bölgesi yakınlarında büyük imtiyazlar elde etmesini sağlayacak. Katar’daki üssüyle birlikte Afrika ve Basra Körfezi'ndeki varlığının pekişmesine katkıda bulunacak.
Son olarak Türkiye, başkent Trablus’un batısında bulunan ve daha önce Halife Hafter liderliğindeki doğu Libya güçleri tarafından kontrol edilen el-Vatiyye Askeri Üssü’nü ele geçirmek için geçmişte Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında olan Libya’ya yöneldi. Batı’daki es-Serrac hükümeti Türkiye’nin desteğiyle bu üssün kontrolünü ele geçirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki Türkiye, üsler inşa ederek askeri olarak var olma seçeneğini tercih ederken, İran’ın Mollaları, Irak’ta Haşdi Şabi, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Ansarullah-Husiler gibi Arap bölgesindeki varlığını mezhepsel temellere dayamayı seçti. Bu müdahale biçimi, Türkiye’nin benimsediği askeri üsler inşa etme seçeneği kadar tehlikelidir.
Askeri üsler, Libya, Somali ve Katar örneğinde olduğu gibi ilgili devlet ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmalar gereğince inşa edilmiştir. Türkiye ile menfaatlerinin değişmesiyle ilgili devletlerin politikalarının değişmesi durumunda herhangi bir nedenle askeri anlaşmaları iptal etme ve ülkelerindeki Türk askeri varlığının sona ermesini talep etme hakları vardır. Her ne kadar durum her zaman bu kadar basit olmasa da! Peki, temelde bu ülkelerin vatandaşı olan Şii partiler, hareketler ve mensupları, Türk askeri üsleri ile aynı muameleyi görebilirler mi yoksa onlara karşı tamamen farklı başka önlemler almak mı gerekiyor? Zira Lübnan'da "Hizbullah" devletin, siyasi, hükümet ve güvenlik sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı şey Yemen’deki Ansarullah için de geçerli. Bir Batı ülkesinin Yemen büyükelçisinin ima ettiği gibi Ansarullah, İran ile ilişkilerini koparmayı kabul edebilir ancak Hizbullah söz konusu olduğunda durum farklı. Avrupa Birliği (AB) üyelerinin Hizbullah’a yönelik farklı tutumları da bunun kanıtı. AB üyelerinin bir bölümü Hizbullah’ı terör örgütü olarak tasnif ederken Fransa başta olmak üzere diğer bölümü farklı bir tutum benimsiyor. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Beyrut’a yaptığı iki ziyarette de Hizbullah’ın temsilcisi ile görüşerek bunu açıkça gösterdi.
Belirttiğimiz gibi Türkiye’nin İran gibi mezhepsel olarak kendisine bağlı siyasi partileri bulunmuyor. Bununla birlikte, bazı sözde İslamcı partilerin Türkiye ile ilişkisinde din unsuru mevcut. Türkiye, Mısırlı Müslüman Kardeşler ve Yemenli Islah Partisi gibi küresel Müslüman Kardeşler (İhvan) Hareketi’nin uluslararası merkezi sayılıyor. Bu harekete bağlı çok sayıda aktivist, politikacı ve medya mensubuna kucak açmış bulunuyor. Bu kişiler İstanbul’dan ve Katarlı “Al-Jazeera” kanalı aracılığıyla Suudi Arabistan ve Yemen’de Meşruiyeti Destekleme Koalisyonu ülkelerine saldırıyorlar. Güney Yemen'deki bazı sosyal medya kuruluşları da son zamanlarda bazı yoksul ailelere yardım dağıtan Türk yardım kurumları ile ilgili haberler yaptı.
Kısa vadede Arap ulusal güvenliğinin yüzleştiği en büyük sorunlar, Türkiye’ye sadık sözde İslamcı partiler ve İran’a bağlı Ansarullah Örgütünden oluşan araçlarıyla Türkiye ve İran’ın, Babu'l Mendeb Boğazı, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu’na hakim jeostratejik konumundan ötürü Güney Yemen’e nüfuz edebilmeleridir.
İran, Hürmüz Boğazı’nı kontrol ediyor. 2015’te Güney Yemenliler, Husilerin Güney’e yönelik saldırılarına direnmeselerdi ve Koalisyon’un desteği olmasaydı, Husiler aracılığıyla İran, Babu’l Mendeb Boğazı’nı da kontrol edecekti.
Türkiye Babu’l Mendeb yakınlarında Somali’de konumlanarak, İran ile uluslararası toplum için önemli küresel su koridorlarına yönelik kıskacın taraflarından birini oluşturuyor.
Arap ülkeleri, Türklerin ve İranlıların elde ettikleri stratejik pozisyonlarını pekiştirmelerini mi bekleyecek, her Arap ülkesi kendi çıkarlarına göre mi hareket edecek yoksa AB’nin Türkiye ile anlaşmazlığında Yunanistan ile dayanışması gibi bu tehlikelere kolektif bir biçimde mi karşılık verecekler?      
Devamı haftaya…