Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Rasyonellik ve menfaatten silahlı milislere

Meşhur filozof Paul Ricoeur’un – Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un hocası- 1950'lerdeki barıştan ve onun menfaat ve rasyonellikle olan ilişkisinden bahsetmeye başladığını bilmiyordum. ABD’li hukuk filozofu John Rawls’ın ellili yıllar ile  “A Theory of Justice” (Bir Adalet Teorisi) adlı kitabını yayınladığı 1971 yılı arasında pozisyonunun gelişimini araştırırken bir meslektaşımız konuşması sırasında buna dikkatimi çekti.
Doğal olarak ellili yıllardaki bağlam, Kore Savaşı'ndan sonra iki büyük güç arasındaki şiddetli Soğuk Savaşın bağlamıydı ve bu, bir silah ve kültür savaşıydı. Yine doğal olarak, filozoflar –solcular dışında- bu bağlamın içine girdiklerinde veya üzerinde durduklarında, Alman filozof Kant’ın (1804) “kalıcı barış” ve bileşenlerine dayanıyorlardı. Gerçek ve kültürel savaşta, ABD ve müttefikleri, gerekli bir koşul veya rasyonalite ve menfaate eşdeğer olduğu için özgürlük kavramını kullandılar. Anayasalarında ve iç hukuklarında özgür ülkeler, barışı sağlamadaki gerçeklerdir. Kant'a göre, anayasal devletler, barış federasyonları kurarlar. Tabii ki  bu genel uluslararası hukuk kavramı ortaya çıkmadan önceydi. John Rawls’a gelince, - Vietnam Savaşı ve Amerikan Gençlik Devrimi'nden sonraki gerekliliklerin bilincinde olarak - liberal rasyonalizme ulusal ve küresel düzeyde adalet yaklaşımını da ekledi. Böylece, özgürlükle birlikte stratejik üstünlük ahlaki bir talep haline geldi.
Bu felsefi derin düşüncelerin ortaya çıkış gerekçesi neydi diye soracak olursak yanıt; Soğuk Savaş’tan sonra yaşananlar olurdu. Baba Bush’un bahsettiği ve eski papa II. Ioannes Paulus’un değindiği yeni dünya düzeninde barış veya adalete yönelik hiçbir işaret yoktu. Solcuların geri kalanı ise, büyük ve orta ülkeler arasındaki her şeye, stratejik alanlara, denizde, karada ve uzaydaki kaynakların paylaşımına çekişme ve çatışma pratiği egemen olmuşken hegemonyadan bahsediyorlardı. Asya, Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Balkanlar'da güç ve çatışma imkanlarına sahip olmayan ülkelere gelince, kargaşa, boyun eğme, sosyal, politik ve ekonomik nüfuz, bu ülkelerde yaşayanların hayatının tüm yönlerini kuşatıyordu. Bugün hala bu kuşatmanın altındalar.
Son 30 yılın çok zorlu koşulları altında özellikle Ortadoğu’da sadece ve sadece istikrar talebi öne çıktı. Bu, Soğuk Savaş döneminde her ülkede ulusal makamların yerine getirdiği veya getirmeye çalıştığı bir talepti. Ancak kaos – oğul Başkan Bush dönemi dışişleri bakanının deyimiyle - yaratıcı kaos zamanında, küçük ve kırılgan ulus devletlerin güvenliği stratejik hale geldikten sonra bu artık kolay, hatta kimi zaman mümkün de değil. Büyük veya orta bir ülkenin boyunduruğu altına girmek bile - Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi - istikrarı sağlamaz oldu. Çünkü etki alanlarını paylaşmak artık kabul edilemez ve her yerde savaşmak herkesin "hakkı" oldu. Örneğin Suriye'de, Rusya Federasyonu'nun boyunduruğuna girmesinin devlete bir faydası olmadı. Aksine ABD, Türkiye, İran ve İsrail Suriye’ye müdahalede birbirleriyle yarışır oldular. Aynı şey, ABD, Fransa ve NATO’nun rejimi devirmek için müdahale ettiği Libya için de geçerli. Son 7 yılda, Libya’da kalan veya kendisine dönmek zorunda kalan ABD ve Fransa’nın yanı sıra  Libya’nın toprakları ve denizleri İtalya, Türkiye ve Rusya gibi birçok ülkenin müdahil olmasıyla iyice kalabalıklaştı. Kargaşa ve devrimlerin yaşandığı beş altı Arap ülkesi arasında topraklarında barışın sağlanması için birden fazla BM ya da Güvenlik Konseyi kararı alınmayan tek bir tanesi bile yok. Ancak büyük İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın dediği gibi, bu küresel kaos zamanında, sorunların üçte ikisinden fazlasında, Güvenlik Konseyi, elbette uluslararası hukuk da dahil olmak üzere, herhangi bir ölçekte bir sınır veya disiplin olmaksızın çatışan güçler arasındaki çatışmayı durduramıyor.
Kargaşa yaşayan Arap ve Afrika ülkelerinin başına gelen en korkunç şey ise, büyük ve orta ülkeler ile doğal kaynaklar için çekişen komşu ülkelerin, ordularını ve istihbarat servislerini getirmekle yetinmeyip iç ve dış milis güçleri de kullanmalarıdır. Bunun örneği, 5 Arap ülkesi ile 8 Afrika ülkesinde yaşandı. Bu milis güçler ilk ortaya çıktıklarında edinilen ilk izlenim, profesyonel ve organize terörist ve suç örgütleri olarak kendi çıkarları için savaştıklarıydı. Daha sonra hepsinin - 1990'larda Somali ve Kongo'da ortaya çıkışlarından "Boko Haram", “DEAŞ" ve "El Kaide" örgütlerine evrilmelerine kadar - komşu ülkelerin, büyük ve orta ülkelerin hesabına çalıştığı, bu ülkelerin kendilerine kolaylıklar sağladıkları meydana çıktı. Halbuki bu ülkelerin açıklamalarına bakıldığında hepsi de sömürgecilik ve terörle mücadele için buralarda bulunuyorlar.
Milis güçler olgusu çok tehlikeli olmasının yanı sıra bir de İslami bölünmelerle iç içe geçti. Bu ilişki, tıpkı daha önce var olan sola ve aşırı sola bağlılık gibi beklenmedik ve geçicidir.  Bunlar, devlet-dışı (yerel olmayan) taraflara sadakatleriyle, rekabet gücü elde edebilmek, daha fazla kazanmak ve daha uzun ömürlü olmak için dış dünya ile çalışarak işlerini genişleten mafya örgütleri gibidirler. Hiç kimse müdahale eden devletlerin veya yerel siyasi seçkinlerin milislerle iş yaptıklarını gizlemeye çalıştıkları zannına kapılmasın.
Mali, Kongo ve Somali’de hem milisler hem de büyük güçler ve yerel makamlar var. Bir milis gücü herhangi bir şehre ya da halka saldırdığında dış veya yerel güçlerden destek buluyor. Libya, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki milis grupları da bunu yapıyorlar ve kendilerini açıktan destekleyen iç ve dış güçler buluyorlar. ABD, İran'a konvansiyonel silah satışı ambargosunu devam ettirmek istiyor, çünkü İran bunları Arap ülkelerinde konuşlanmış milislerine gönderiyor. Çin, Rusya ve Avrupa ülkeleri ise bundan kaçınıyorlar. İran zaten son olarak, daha önce kaçak bir şekilde göndermek zorunda olduğu füze ve İHA’ları yerel olarak üretmelerini sağlayacak teknolojiyi Husilere ulaştırmayı başardığını deklare etti. İran milis gücü Hizbullah’ın hakim olduğu Lübnan’da da ABD, Hizbullah’ı izole edip kuşatmaya çalışırken Fransa onu bu izolasyondan kurtarıyor. Lübnan Cumhurbaşkanı onunla ittifak yaparak silahına meşruiyet sağlıyor. Eski başbakan Saad Hariri – hükümetin kuruluşunu kolaylaştırmak gerekçesiyle- tavizler vererek Hizbullah’ın önemli bakanlıkları elinde tutmaya devam etmesine yardımcı oluyor.
Stratejik alanlar ve kaynaklara yönelik mücadeleci ve çatışmacı uygulamalar, bunlar için rekabet edenler arasında ortaklıklara ve kurallara dönüştü. Yerel ve uluslararası aktörler milis güçler ile kurdukları bu ortaklıklara alıştılar ve onlarla kurumları paylaşmaya, yozlaşmaya, vatandaşların haklarını ve güvenliklerini ihlal etmeye başladılar.
Uluslararası sistemdeki yaklaşık 30 yıllık “atalet” boyunca, rasyonel ve karşılıklı menfaate dayalı barış bir yana istikrarı sağlamaya dahi yardımcı olabilecek standartlar, kurallar ve uygulamalar kalmadı.