İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Birlikte yaşama ve diğerini kabul, ABD’den Lübnan’a ortak bir endişe

Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, liderlik ettiği Yeni Zelanda İşçi Partisi’nin dün genel seçimlerde, salt çoğunluk ile ikinci kez iktidar olmasını sağlayan büyük bir zafer kazanmasından sonra çok güzel bir konuşma yaptı. Bu konuşma, bir sağduyu ve ahlakın modeliydi. Kendisi küçük büyük dünyanın tüm ülkelerine ihraç edilseydi çok güzel olurdu.
Ardern (40 yaşında), Yeni Zelanda’yı yönettiği son birkaç yıl içinde iki zorlu test ile karşılaştı. İlki, Mart 2019’da Christchurch şehrinde yaşanan cami katliamı, ikincisi, Kovid-19 pandemisi. Ardern, ilkinde bir sertlik, kararlılık ve şefkat kombinasyonu ile bu karışıklığı dizginlemeyi, insanlara güven vermeyi, aşırılıklarla mücadele etmeyi ve nüfusunun çoğu göçmen olan ülkede güvenliği sağlamayı başardı. İkincisinde de küçük ülkesini dünya genelinde ölümcül virüsü kontrol etme konusunda en başarılı ülkelerden biri yaparak başarısını tekrarladı.
Genç lider zaferini kutladığı konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “Her zamankinden daha kutuplaşmış bir zamanda ve insanların diğer insanların bakış açılarını görme yeteneğini kaybettiği bir dünyada yaşıyoruz. Umarım bu seçim, Yeni Zelanda'da bizlerin onlardan biri olmadığımızı, aksine bir ulus olarak karşımızdakini dinleyebildiğimizi ve fikir alışverişinde bulunabildiğimizi göstermiştir. Nihayetinde biz, diğerlerinin bakış açılarını görmezden gelemeyecek kadar küçük bir ulusuz. Seçimlerin her zaman insanları bir araya getirmenin bir yolu olmadığı doğrudur, ancak bir bölünme ve çatışma aracı da olmamalılar.”
Bu mütevazı hoşgörü mesajı, özünde İmam-ı Şafii'nin şu sözünden çok farklı değildir: “Benim fikrim doğru olsa da hata payı vardır. Başkasının fikri, hatalı olsa da doğruluk payı vardır.”  Yeni Zelanda Başbakanının konuşması ayrıca basit cümlelerle, düşmanlığa, küçümsemeye, ötekileştirmeye ve yok saymaya kışkırtmak ve kimi zaman ihanetle suçlama yerine, yakınlaşmaya ve uzlaşıya teşvik eden olumlu ve asil bir ruhla formüle edilmişti. Ancak, ne yazık ki kendisi, bugün dünyamızda bir istisna gibi görünüyor. Onun gibi liderleri artık seçimler düzenleyen ve kamusal özgürlüklere saygı duyan demokrasiler olmakla övünen ülkelerde kesinlikle göremiyoruz. Sözgelimi ABD ve Hindistan gibi büyük güçler, Lübnan gibi “bir milis devletçiğinin” hükmü altında olan küçük bir ülke ve İran, Türkiye ve İsrail gibi bölgemizin kaderiyle oynayan ülkeler gibi.
ABD, “Kovid-19”un ekonomik ve siyasi yansımalarının ortasında, kurum mantığını üstün tutma ve farklılığın örgütlenmesine saygı gösterme becerisinin neredeyse ortadan kalktığı zor aylar geçirdi. Önümüzdeki 3 Kasım’da yapılacak olan başkanlık ve Kongre seçimlerine geri sayım devam ederken, muhafazakar Yargıç Amy Coney Barrett'ın Yüksek Mahkeme başkanı olarak atanması için onay sürecinin başlaması ile birlikte büyük olasılıkla daha fazla gerginlik ve tırmandırmalara tanık olacağız.
ABD’nin denklemlerinden ve boyutlarından uzak, ancak çıkarlarına çok yakın olan başka bir yerde yani Lübnan’da ise, halk devriminin üzerinden tam bir yıl geçti. Ne var ki, bu dönüm noktasından 1 yıl sonra bu devrim, organizasyon açısından neredeyse kaybolmuş görünüyor. Lübnan’ın kendisi, devrimin kasıtlı veya kasıtsız doğrudan yüzleşmekten kaçındığı bir gerçeğin  gölgesinde şimdi daha kötü bir durumda.
ABD’ye dönersek, durumun, yalnızca kamuoyu yoklamalarının göstergeleri ışığında değil, aynı zamanda eşi görülmemiş derecede endişe verici ve kutuplaştırıcı bir ruh hali içinde tüm olasılıklara açık olduğunu zannediyorum. Şahsen, Cumhuriyetçi ve Demokrat adaylar arasındaki çelişkinin bugün gördüğümüz kadar şiddetli olduğu bir seçim savaşını hatırlamıyorum.
İki "yarı ideolojik" karşıtlar arasındaki iki başkanlık savaşını çok iyi hatırlıyorum. Bunların ilki, 1964 yılında Demokrat başkan Lyndon Johnson ile Cumhuriyetçi rakibi senatör Barry Goldwater arasında geçmişti. İkincisi, 1972’de Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon ve Demokrat senatör George McGovern arasındaydı.
Her iki savaş, Vietnam Savaşı ile bağlantılı uluslararası bir ortamda gerçekleşmişti ve daha ılımlı adayların büyük zaferi (oyların yüzde 60’ından fazlası) ile sonuçlanmıştı. 1964’teki seçimlerde, savaş ve düşünsel açıdan radikal bir sağcı olan Goldwater ile karşılaştırıldığında Demokrat başkan Johnson daha muhafazakardı. 1972’deki seçimlerde, Cumhuriyetçi başkan Nixon (Cumhuriyetçiler arasındaki sert rakibi Ronald Reagan ile karşılaştırıldığında) daha merkezciydi. Buna karşılık rakibi McGovern, yılmaz bir liberal ve Demokrat Parti içinde savaş karşıtı güvercinlerden biriydi. Her iki seçimde de Amerikan seçmeninin eğilimi, sağcı ve solcu olsun aşırılık yanlısı adaylara karşı gerçekçi ve merkezci adayları seçme yönünde oldu diyebiliriz.
Bu kez durum farklı ve analistler – şu ana kadar- iki adaydan (Cumhuriyetçi Başkan Trump ile rakibi Demokrat Joe Biden) birinin mutlak bir zafer kazanmasının uzak bir ihtimal olduğunu düşünüyorlar. Aslında 1964 ve 1972’deki mantığa göre Biden’ın büyük bir farkla kazanması gerekiyor, çünkü merkeze daha yakın. Ancak bugün durumun farklı olmasının sebebi bana göre iki temel faktörden kaynaklanıyor. Birincisi, ABD’nin kendisinin demografi, küreselleşme ve ileri teknoloji (özellikle endüstride ve medyada) tarafından dönüştürülmüş olması. İkincisi, siyasi sınıfın saygı duyduğu kurumsal ilkelerin şu anda, Trump fenomeni ve Steve Bannon'un kavramlarının  temsil ettiği dik başlı popülizmin baskısı altında şiddetle sarsılması. Bu nedenle pek çok kişi, 3 Kasım'da sonuç ne olursa olsu 4 yıl önce bildiğimiz ABD’nin etkin bir şekilde sona erdiğine inanıyor.
Aralarındaki büyüklük ve nüfuz farkına saygı göstererek, Lübnan’ın da daha kırılgan sistemini ve varlığını ortadan kaldırabilecek yapısal dinamiklerin tehdidi altında olduğunu söyleyebiliriz. Dün, Lübnan televizyon kanallarından birinde emekli bir subay ve aklı başında bir siyasi analistle yapılan bir röportajı takip ettim. Kendisi, devrimi ve nasıl değerlendirilmesi gerektiğini analiz ediyordu ve yaptığı analizler ve değerlendirmeler gerçekten de başarılıydı. Atıfta bulunduğu ve ayaklanmanın şimdiye kadar ilerleme kaydedememesine neden olduğunu düşündüğü faktörlerde de haklıydı. Lübnanlı analiste göre bu faktörlerin en önemlisi, açık ve net bir biçimde tehdit edici mezhepçi “gösteriler”, ayrıca devrimciler arasına sızan gruplar, güvenlik güçleri ya da devrimciler arasındaki bazı kişiler tarafından yaratılan suni şiddet aracılığıyla devrime açılan savaştı. Ayrıca devrimin yönetilme biçimi ve uygulamalardaki hatalara da değindi. “Hepiniz yani hepiniz” sloganını eleştirerek, doğru ve faydalı olmadığını, yolsuz ile komplocu ve ihmalkar arasında ayrım yapılması gerektiğini ifade etti. Bu düşünceleri de çok doğruydu.
Özetle, Lübnan devrimi, belirli bir gücü hedef almaktan kaçınmak için politikadan veya genellemeler yapmaktan kasıtlı olarak uzak durdu. Fakat, son 12 ay, bölgesel projeler ışığında Lübnan’ın kaderi ve kimliğine yönelik komplonun, göstericilerin taleplerinden daha büyük olduğunu kanıtladı. Zira güvenlik durumu dışında yolsuzluk, Lübnanlı olmayan “büyüklerin” müzakere ettiği bölgesel projelerin kapsamı dışında da bu güvenlik durumu devam edemez. Bu büyüklerin kendi aralarında vardıkları uzlaşı ve anlaşmalar daha sonra, onlara boyun eğen “küçüklerin” silah gücüyle, aç, vatandaşları olmayan ve gün geçtikçe varlığının nedenlerini kaybeden bir vatanın ölü bedeni üzerinden hayata geçirilmektedir.