Lübnan’daki mezhepçi argümanlardan tehlikelisi yoktur. Siyasi tartışmalarımızın çoğunda yoğun vatansever nezaketin arkasına gizlenmelerine rağmen, nihayetinde onlar bastırılmış tarihsel bir şiddeti içselleştirmişler ve tek bir sonuca götürüyorlar; kimlik ve seçenekler çatışması.
Tarihsel olarak Lübnan, herkes tarafından büyük bir profesyonellikle tatbik edilen ilkel sadakatler ve dış bağımlılıkların bir karışımı üzerine kuruldu. Çatışmalar nasıl ki Lübnanlı grupların ihtiyaçları, aşırı güçleri veya zayıflıkları tarafından yaratıldıysa, uzlaşılar da Lübnanlı grupların ihtiyaçları, kolladıkları bölgesel veya uluslararası fırsatlar tarafından yaratıldı.
Çok uzak olmayan tarihimizde çatışmalar, Lübnanlı grupların Osmanlı Devleti, daha sonra da Fransız mandası ile ilişkileri etrafında döndü.
Çalkantılı, kanlı ve sansasyonel Lübnan tarihinde, yerel ilişkiler dış bağlara yakın bir şekilde dokundu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükseliş döneminde Hristiyan Araplar, Fransa Kralı I. François ile Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman arasında 1535'te imzalanan antlaşmadan faydalandılar.
Osmanlıların dikkati Safevi Devleti’nin Bekaa’daki Şiiler ile güneydeki Şiiler arasında bağlantı kurma girişimlerine yöneldiğinde, bölgedeki müttefikleri Dürzi Maan hanedanı oldu.
Osmanlı Devleti geçmişte Dürzilerin Memlüklerin safını tutmalarını, hatta Biladu’ş-Şam (bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün) bölgesi üzerindeki kontrollerinin başlangıcında Sünni lider Muhammed bin el Hanaş’ı desteklemek için kendisine isyan etmelerini afetti ve onları Maşgara’daki bu bağlantıyı kesmekle görevlendirdi.
Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı dönemde, Fransızlar Maruniler ile Dürzilerin çıkarlarını birleştirmeye çalıştılar ama başaramadılar ve Marunileri seçmek zorunda kaldılar.
Büyük Lübnan’ı onların tasavvurlarına göre çizdiler. İngilizler Marunileri Fransızlardan uzaklaştırmayı başaramayınca Dürzilere yöneldiler ve onlarla anlaştılar. Bir sonraki aşamada Rusya, Ortodoks Hristiyanların hamiliğini üstlendi ve onları Dürzi-Maruni çekişmesinden uzakta tutmaya çalıştı. Avusturya İmparatorluğu ise kendisini Fransa’ya alternatif olarak Katoliklerin koruyucusu olarak sunmaya çalıştı.
Adalet ve özgürlük talepleri her zaman mezhep temelli bir çatışmayla, ardından ortaya çıkan yerel dengeler ve onların dış desteklerine dayalı olarak yerel gerçekliğin yeniden formüle edilmesiyle sonuçlandı.
Bugün Lübnan’da olayların yörüngesinde döndüğü, en güçlü varlığa sahip, bağlılıkların etrafında bölündüğü, aleni ya da gizli bir korku veya düşmanlık ile kendisi ile ittifakların kurulduğu ülke, İran.
Birçok ülkenin büyükelçisi, konsolosu ve çok sayıda girişimler var, ama İran en güçlüleri. Lübnan'daki yönetim yapısı, onun müttefiki değilse bile çıkarına işliyor.
Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın dönemi içsel anlamda sorunlu. Onu cumhurbaşkanlığına taşıyan uzlaşı ise daha da sorunlu ve iç istikrarı bu kadar aşırı ve kontrol edilemez seçenekleri asla kaldıramayan Lübnan tarihini algılamaktan gerçekten kopuk görünüyor.
Mişel Avn Lübnan’ın sakin ve durgun değil, çalkantılı tarihinden geliyor. Bugününden ve geleceğinden değil geçmişinden, uzlaşılarından değil çatışmalarından, geçici de olsa barışlarından değil gerilimlerinden geliyor.
Avn ismi, Lübnan mutabakatından önceki Lübnan bölünmesinin tüm anlamları ile dolu. İçeride kendisini tarihsel çatışmaların varisi, onların mirasının ve projesinin taşıyıcısı olarak sınıflandırıyor.
“Güçlü Cumhurbaşkanı”, “Güçlü Hristiyan”, “Güçlü Dönem” ve “Güçlülerin İttifakı” gibi sloganlar ve tüm taşkın güç ve meydan okuma edebiyatı, Lübnan’da öteki gruplara karşı kendisine, rolüne ve akımına çizdiği bu tarihsel anlayışın yanıltıcı bir ifadesinden ibarettir.
Demografik ağırlığının, siyasi gücünün, iç savaş ve ekonomi, politika ve dış ilişkilerde Hristiyanlara öncelik veren eski rejimi sona erdiren Taif Anlaşması sonucunda elde ettiği kazanımların arkasına saklandıklarını düşündüğü diğer Lübnanlı gruplarla yüzleşmede kullandığı kuruntulu ifadelerdir.
Dışsal anlamda Avn, azınlık ittifakı teorisinin çekirdeğinden yetişmiştir. Bu teori ne ironiktir ki, Siyonist-Lübnan ortaklığının ürünüdür. Az sayıdaki Lübnanlı aktivistle, Siyonist kurumun siyasi bölümünden aktivistler (en önemlileri de Eliahu Epstein’dir) bu teoriyi birlikte formüle etmişlerdir.
Söz konusu Lübnanlı aktivistler, 19’uncu yüzyılın sonlarında Arap milliyetçiliği düşüncesini formüle eden ve bir dizi Arap ülkesine yayan aydın Hristiyan elit çoğunluğun aksine, Lübnanlı Müslümanların sayısının, etkisinin ve beklentilerinin büyümesinden korktukları için Siyonistlerle birlikte bu teoriyi biçimlendirdiler.
1919’da bu aktivistlerin dönemin Dünya Siyonist Teşkilatı lideri Haim Weizmann’a önerdikleri denklem basitti: Lübnan Hristiyanların, Suriye Müslümanların, Filistin de Yahudilerin (Bkz. Laura Eisenberg- Düşmanımın Düşmanı). Bu teorisyenler bugün yaşasalardı, İran ve bazı ülkelerin desteklediği gibi Suriye’yi Nusayrilere verirlerdi. O zaman azınlıklar ittifakı çemberi tamamlanırdı.
Cumhurbaşkanı Mişel Avn dönemi, “Lübnan devleti” ile Avn’ın kontrolsüz politikaları ve müttefiklerinin politikaları ve çıkarları arasındaki ayrımı ortadan kaldırdı.
Lübnan devleti, gerek onun tüm eylemlerinin gerekse de Suriye'den Irak ve Yemen'e kadar müttefiklerinin eylemlerinin sorumlusu ve ortağı haline geldi.
Lübnanlıların savunma stratejisi üzerine yaptığı teorik alıştırmayı, yani Hizbullah’ın silahı tartışmasını bile, Avn ve kurduğu Özgür Yurtsever Hareketi (ÖYH) daha fazla iç kazanım, politik, idari, ekonomik ve anayasal avantajlar için ihmal etti.
Lübnan’da anayasa, hiçbir zaman Lübnanlıların yerleşik bir kaygısı olmayan kutsallığı açısından değil de Lübnanlı dengeler anlamında sürekli ihlallere maruz kaldı ve kalmaya da devam ediyor.
İnatçılığı büyük bir ulusal erdem olarak gören bir yönetimin gölgesinde uzlaşma artık zor. Maliyetli deneyimler, çözümün dış taraflar ve onların dayatmalarından değil, Lübnanlı grupların kendi içlerinden, inançları veya mecburiyetlerinden gelmesini zorunlu kılıyor.
Lübnan'ın Arap ve uluslararası ilişkilerinin yıkıldığı, mezhep krizinin maksimum boyuta ulaştığı, Lübnan ekonomisinin vatandaşlarının başına yıkıldığı Lübnan tarihinin bu kara sayfasını kapatmak gerekiyor. Bu sayfayı kapatmak birinci derecede Hristiyanların sorumluluğu. Maruni Kilisesi’nin başı Patrik Beşara er-Rai de bu sorumluluğun farkında.
İşte Lübnan ve halkı için duyduğu haklı endişe, politikacılara yönelik azarlamaları, onlara ve değişim talep eden başlıca Hristiyan güçlerine yaptığı günlük çağrılarla, onlardan bunu yani sorumluluklarını üstlenmelerini talep ediyor.
Patrik ayrıca, ulusal çapta tamamlanması ve çıkmaz içindeki Lübnan siyasi sisteminin meşruiyetinin yenilenmesini sağlaması gereken erken genel seçimlerde de ısrar ediyor.
Seçimlerin Patriğe yakışan bir ulusal dürüstlükten yola çıkmasını talep ediyor. Erken cumhurbaşkanlığı seçimleri ile genel seçimlerin iç dengeyi yeniden sağlaması, toplumla siyasi uzlaşma yolunu başlatması, Lübnan'ın Arap ve uluslararası ilişkilerinde yaşanan ağır hasarı, idari ademi merkeziyet başlığı altındaki siyasi oyunlardan uzakta onarmasını istiyor. Ademi merkeziyetçilik, Lübnanlılar arasındaki dahili korkunun boyutunu ifade eden güzel bir Lübnanlı ifadedir.
Tarihimiz ulusal hatalarla dolu, ama akılcı ve bilinçli deneyimlerden de yoksun değil. Kemal Canbolad’ın 1958’de Cumhurbaşkanı Kâmil Şemun yönetimine karşı önderlik ettiği Lübnan halk devrimi akabinde seçilen en nitelikli eski Lübnan Cumhurbaşkanı Fuad Şahab, yerine getirmek için seçilmiş olduğu görevini tamamladığını düşündüğünden, iki yol sonra 1960 yılında düzenlediği seçimlerin ardından istifa etmişti. Ama reformcu ve uzlaşıcı döneminin devam etmesi istendiği için istifası kabul edilmemişti. Yine eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Franciye, 1976’da hakim koşulların gölgesinde ülkeyi yönetmenin imkansızlığını anladığında, erken seçim düzenlemeyi kabul etmişti. Bu seçimlerin sonunda anayasal süreden 6 ay önce Elias Sarkis cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu olayların sadece dahili değil, bölgesel ve küresel bağlamlar sonucunda gerçekleştiği doğru, ama mevcut Cumhurbaşkanı’nda ne Şahab’a benzer bir büyüklük ne de Franciye’deki gibi bir gerçekçilik göremiyoruz.
Çok da uzak olmayan Lübnan tarihimizde, Maruni Patrik'in mezhepsel ve sosyal kaygılar nedeniyle Prens Üçüncü Beşir’e bağlılığı 1841'de Prens’in devrilmesinin yanı sıra o dönem var olan Maruni Emirliği’nin, iki kaymakamlı idari sistem lehine yıkılmasına da yol açmıştı. Keza daha sonra yaşanan korkunç çatışmalara ve yönetim dengelerinde yaşanan değişimlere de.
Şu anda önümüzde iki seçenek var; Cumhurbaşkanını kurtarmak ya da cumhurbaşkanlığı ile mevcut siyasi sistemimizi bazılarının zihninde beliren bir kuruluş konferansından kurtarmak.
TT
Lübnan Cumhurbaşkanlığı’nı ya da Avn’ı kurtarmak
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة