Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Turmp dönemine dair bir okuma

4 gün sonra Beyaz Saray’a yeni bir başkan yerleşecek; Joe Biden. Mevcut Başkan Donald Trump’ın ise Beyaz Saray ve yönetimden ayrılma yolculuğu başlayacak. Yakın ABD tarihinde hiçbir başkan, gitmeye hazırlanan başkan kadar gürültüye yol açmadı. Her politikacının küçük büyük olsun olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Zaman ilerledikçe genellikle olumsuzluklar bir ölçüde kaybolur veya olumluların çoğu kalır. Trump da bunun istisnası olmayacak. Kısa vadede Trump’ın başkanlık mirasıyla ilgili hoş olmayan haberler duyacağız. Kendisi müesses nizamın dışından bir isimdi ve özellikle de son birkaç ay içinde kendisinden önce hiçbir başkanın yapmadıklarını yaptı.
ABD demokratik sistemini neredeyse kendisini ortadan kaldıracak ölümcül bir dengesizliğe maruz bıraktı. Fakat baskın olan ve Trump’ın davranışlarının ötesinde kendisine bir cevap arayan soru şu: Trump’ın beklenmedik uygulamaları, özellikle de büyük ve birikimli olanlar, kendisinin bulunduğu makamdan neler istendiğini anlama konusunda bir kusuru mu yoksa yaşlanmış ve artık ABD toplumu içinde son yıllarda gerçekleşen sosyal, politik ve demografik değişimlere ayak uyduracak kadar esnek olmayan kurumların kusuru mu? Toplumlarındaki bu kötüleşen çatışma sahnesi, ABD toplumundaki bir dizi gözlemci ve yazarı kaygılandırdı. Bu fenomenler üzerine, özellikle de "toplumsal bölünme" ve "demokratik açık" üzerine birçok kitap yazdılar.
Trump’ın siyasi mirasına iki açıdan yaklaşılabilir. Birincisi, aldığı siyasi kararlar, ikincisi, ”Amerikan toplumundaki demografik değişkenlere verilen bilinçsiz tepki” olarak adlandırılabilir. Birinci düzeyde; Trump genel olarak "en güçlüye saygı" temelinde hareket etti. Rusya Federasyonu ile flört etti ve ABD’nin iç işlerine müdahale ettiği suçlamalarına karşı onu savundu. Kuzey Kore ile uzlaşmaya ve bu alanda ilerleme kaydetmeye çalıştı. Başlangıçta Çin'e ekonomik bir ortak olarak davrandı. Kadın ve siyahları küçümsedi. Daha az güçlü olanlara gelince; onlara kademeli olarak artan bir küstahlıkla davrandı. NATO’daki ortaklarını ittifaktan ayrılmakla tehdit etti. Finansal katkılarını artırmaya zorladı. İngiltere’yi AB’den ayrılma konusunda teşvik etti. Avrupa endüstrisine karşı neredeyse olumsuz bir tutum takındı. Dünya Sağlık Örgütü’ne yaptığı gibi, uluslararası örgütlerden çekildi ve ülkesinin yaptığı mali katkıyı kesti.
Dünyadaki en güçsüz güçler söz konusu olduğunda ise; aşırı zayıf ve kırılgan bir durumda olsalar bile siyasi projelerine karşı son derece katı ve sert bir tutum benimsedi. Filistin meselesiyle ilgili tutumuna sadece kibir ve küstahlık damga vurmamıştı, ülkesinin BM Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na (UNRWA) yaptığı mali yardımı kestiğinde insani özelliğini de kaybetti. Bunlara, dünyada olup bitenleri pek umursamayan içerideki Cumhuriyetçi destekçileri için dahi bir yararı olmayan adımları da eklenmeli. Ancak, 6 Ocak’ta açıktan yaptığı ve destekçilerini Kongre’ye saldırmaya teşvik eden açıklaması, olayları takip edenlerin en kötü korku ve endişelerini uyandırdı. Tarihsel olarak, Adolf Hitler’in yükselişine, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’nda 60 milyon kişinin ölümüne neden olan 1933’teki Reichstag (Almanya parlamento binası) Yangını’nı hatırlattı. Bu eylemin ABD’deki siyasi süreç üzerinde derin etkileri olacak.
Demografik değişkenlere verilen bilinçsiz tepkiye gelince, "Trumpizm"in, "Obamizm"in antitezi olduğu söylenebilir. ABD tarihinde ilk kez siyasi tecrübesi çok az ve İslami geçmişe sahip siyah bir vatandaşın Beyaz Saray'a ulaşıp sekiz yıl kalması beyaz Anglo-Sakson muhafazakarları korkuttu. Bu hadise, her ne kadar bundan önce ABD federal idari hiyerarşisinde beyaz olmayanların yükselişi sıklıkla görülmeye başlanmış olsa da bahsi geçen çevreler için beklenmedik bir kültürel "şok" oldu. Obama’nın siyasi hatası, alışılmadık ve muhtemelen kabul edilemez geçmişi nedeniyle muhaliflerini yatıştırmak ve memnun etmeye çalışmasıydı. Bu nedenle, beyazlar dışındaki her renkten vatandaşlar, özellikle güney eyaletlerinde büyük şehirlerin sokaklarında bir dizi bariz ve açıktan saldırılara maruz kaldıklarında yapması gerekenleri yapmadı. Ne kendi seçmenlerini tatmin edebildi ne de diğer kitleden bir destek kazanabildi. Buna ilaveten, dış politikada da hatalar yaptı. Bütün bunlar, Obama'nın eğilimlerine karşı çeşitli gruplardan ve arka planda (bazı siyahlar ve beyaz olmayanlar dahil) bir araya gelenlerin oluşturduğu önemli bir kitle ortaya çıkardı. Trump da Obama’ya karşı muhalefetin öncüsü ve kendisini birçok kez “ABD dışında doğmakla” suçlamaktan kaçınmadı.
Obama karşıtı kampanyanın boyutunu anlamanın anahtarlarından biri belki de Trump’ın başkanlığı sırasında Obama’ya yönelik eleştirilerinin sayısıdır. Nitekim, Obama ile kendi politikalarını karşılaştırdığı ve özel baharatı olan kendi büyüklüğü ve eşsizliği ile tatlandırdığı eleştirilerini her fırsatta ve platformda dile getirdi. Pandemi, Trump’ın verdiği ad ile “Çin virüsü” ortaya çıkmasaydı, Beyaz Saray’da ikinci bir dönemi olabilirdi. Ne var ki, pandemi ile mücadelede düşünce tarzı ağır bastı. Pek çok iç ve dış meselede olduğu gibi, pandemiyi tabiri caizse “göğsünü gererek” karşıladı. Kişisel sezgilerine güvendi. Kendisi hakkında rasyonel olmayan sözler sarf etti. Sınırları aşan bir hastalık değil de yönetimine karşı bir “komplo”ymuş gibi davrandı. Bu, ona manevra kabiliyetini büyük oranda kaybettirdi. Hatalarını başka hatalarla düzeltmeye çalıştı. Bütün suçu kendisine yardımcı olan bilim adamlarına yükledi. Öyle ki bunlardan bazıları “kan ve kurbanlara” susamış kitlesinin linçine uğradı.
Son aylarda Trump, gerçekle bağını kaybetti. Yönetimden ayrılma zamanı yaklaştıkça gerçeklerden daha da uzaklaştı. Onu terk etmeyen ve peşini bırakmayan sanrılara kapıldı. Bunların başında, seçimleri kazandığı ama kendisinden çalındığı, kendisi ile çalışan bazı müttefiklerinin batan gemiyi terk etmek zorunda kaldıkları sanrısı geliyor. Trump’ın son seçimlerde aldığı oy oranı hakkında çok şey söylendi. Bazıları onun bu oylara "sahip" olduğu varsayımında bulundu. Fakat bu, bir başka “efsane” olabilir. Zira genel olarak tüm ABD seçimlerinde kazanan belirli bir oranda oy alırken, kaybeden de ona yakın bir oranda oy alır. Ancak ne kazanan ne de kaybeden oyların “sahibi olduğunu” iddia edemez. Bu düşünce zamanla eriyip gidecektir.
Öte yandan, bu soruların yanıtı daha acil: Amerikan bölünmesi yok olacak mı? Mevcut haliyle ABD demokratik sistemi bütün bu derin ve köklü değişikliklere uygun mu? Adam Smith’in kapitalizmin kazandığını, "görünmez elin" toplumdaki dengesizliği düzelttiğini ve son 10 yılda Marksizm’e karşı zafer kazandığını söyleyen teorisi, toplumsal adaletsizliği şiddetlendiren yerel tehlikeler, iklim ve salgın hastalıklar gibi kıtalararası tehlikelerle başa çıkabilir mi? Bunlar, farklı bir ruha sahip farklı bir çağda yalnızca ABD sisteminin değil, dünyadaki tüm sistemlerin yüz yüze olduğu temel sorulardır.
Sonuç olarak, herhangi bir toplumda tam anlamıyla homojenlik sağlamak bir illüzyondur. İnsanlık tarihi bize, beyhude ona erişme çabasının büyük bedellere mal olduğunu, gereksiz savaşlar ve etnik gerilimler yarattığını öğretmektedir.