Ahmed Ebu Gayt
Arap Birliği Genel Sekreteri
TT

Biden ve Arap bölgesi: Gerçekler ve beklentiler

Başkan Joe Biden, gerek ABD içinde gerekse acımasızlığı, boyutları ve etkilerinin genişliği ile benzeri görülmemiş bir ortak sorunla (koronavirüs salgını) karşı karşıya olan dünya düzeyinde olsun hassasiyeti ve ciddiyeti herkesçe malum bir aşamada ABD liderliğini devraldı. Çeşitli tehlikelerle dolu ve farklı olasılıklara açık, farklı kumaştan bir liderlik gerektiren bir aşamayla karşı karşıyayız. Bildiğimiz geçmişi ve kanıtlanmış tecrübesiyle Başkan Biden’ın, ister ABD içinde isterse ülkesinin dünyadaki etkisi düzeyinde olsun tarihi bir rol oynamaya uygun olduğunu düşünüyorum.
Başkan Biden’ın 20 Ocak’ta yaptığı konuşma, geleceğe dönük izlenecek yolun açık işaretlerini taşıyordu. Yeniden birleşme, fikir birliği oluşturma, uzlaşmaya varma ve kutuplaşmanın üstesinden gelme konusunda samimi bir eğilimi yansıtıyordu. Bunlar bugün ABD kadar büyük güçler arasında tehlikeli bir rekabete, popülist sağın yükselişine, ırkçı hareketlerin büyümesine, pandeminin etkisiyle ekonomik gerilemeye, iklim değişikliğine, çevresel bozulma ve diğer sorunlara şahit olan dünyanın da ihtiyacı olan değerler ve normlar. Bunların hepsi, hiç şüphesiz, geri çekilmiş ve içine kapanmış değil, birlik içinde, proaktif ve girişimci bir Amerikan liderliği gerektiren acil sorunlar.
Amerika Birleşik Devletleri, küresel istikrar için etkili ve kritik bir rol oynuyor. Bu noktada, özellikle ABD’nin dünyadaki bu rolünün kilit bir yönü, Arap bölgesine yönelik ABD politikası hakkında yazmak istiyorum.
Filistin meselesi belki de yeni yönetimin farklı bir yaklaşım benimsemesini gerektirecek konuların başında geliyor. Filistinlilerin adaletsizlik, marjinalleştirme ve nihai çözüm için bilinen referanslara dayanmayan, aksine İsrail’in vizyonuyla tamamen özdeşleşen tek taraflı bir vizyon empoze etme girişimlerinden duyduğu gerçek acı, her adil gözlemci için aşikardır. Filistinlilerin barışçıl siyasi yola olan güvenlerinin acilen yeniden tesis edilmesine ihtiyaç var, çünkü bu, 1967 sınırları içinde bağımsız bir devletin temsil ettiği ulusal umutlarını gerçekleştirmelerinin tek yolu. Çözümün temeli olarak iki devletli çözüm yaklaşımına olan güvenin yeniden tesis edilmesine de acil ihtiyaç var, zira kendisi son dönemde sarsıntıya ve şüphelere maruz kaldı. Yeni ABD yönetiminin tarafsız arabulucu rolüne olan güveni yeniden tesis etmesi umuluyor. Bunu da ister Ortadoğu Dörtlüsü (Arap seslerin katılımıyla genişletilmesinden sonra), isterse Ortadoğu'da barışın gerçekleşmesiyle ilgili tüm bireylerin çabalarının seferber edilmesini garanti eden herhangi bir uluslararası çerçevede yürütülecek, uluslararası ve Arap tarafların katılacağı bir barış süreciyle gerçekleştirmesi ümit ediliyor. Yakın zamanda birkaç Arap ülkesi ile İsrail arasında imzalanan barış anlaşmaları, hiç şüphe yok ki, olumlu bir güven ortamı yaratmaya katkıda bulunabilir ve böylece çatışmanın özü olan temel sorunun ele alınmasına yardımcı olabilir. En önemlisi, İsrail tarafının bu anlaşmaların her halükarda uzlaşı ve iki devletli çözüme bir alternatif olduğu yanılsamasına kapılmaması.
Arap bölgesi, sorunlarına rağmen yalnızca çaresizlik ve acıların filizlendiği bir bölge değil. Burada bir sonraki aşamanın temeli olması gereken önemli olumlu adımlar da atılıyor. 5 Ocak'ta Suudi Arabistan’ın el Ula şehrinde temelinin atılmasına katıldığım uzlaşmanın doğru yönde atılmış büyük bir adım olduğuna şüphe yok. Bu Körfez zirvesine katılan ve sonuçlarını inceleyen herkes için şunu görmek zor değildi; Arap-Arap ilişkilerindeki bu zorlu aşamayı aşmak, ortak Arap eyleminin gerekli ivmeyi ve aktivizmini yeniden kazandığı yeni bir aşamanın temelini atabilmek, Arap sisteminin zorluklarla birlikte yüzleşebilmesini sağlamak için tarafların ciddi adımlar atma konusundaki kararlılıkları. Bu, ABD yönetimi ile tüm taraflar arasında anlayış ve güvene dayalı iş birliği için umut verici bir ufuk açıyor.
Bölgemiz, on yıllardır ülkelerinin güvenlikleri, ekonomik ve sosyal koşulları üzerinde şiddetli bir baskı oluşturan istikrarsızlık, huzursuzluk ve kargaşadan muzdarip oldu ve olmaya da devam ediyor. Yaralar açık kaldı ve Suriye, Yemen ve Libya'daki çatışmaların insani bedeli, insan aklının alamayacağı bir boyuta ulaştı. Irak, Lübnan ve Sudan gibi diğer Arap ülkelerinde de halklar ve hükümetler, pandemi ve etkileri nedeniyle artan baskıların ortasında, siyasi ve sosyal istikrarı sağlayacak bir denkleme ulaşmak için mücadele ediyorlar. Ticari ve ekonomik aktivitedeki düşüş, petrol fiyatları ile turizm ve seyahat sektörü gelirlerindeki gerileme yalnızca petrol ihraç eden ülkeleri etkilemeyecek, Arap bölgesindeki genel ekonomik ve sosyal koşullar üzerinde yıllarca net  olumsuz sonuçları olacak.
Bölgenin karşı karşıya olduğu en tehlikeli sorun, bazı ülkelerde iç çatışmaların devam etmesi ve bu çatışmalardaki insani maliyetinin artmaya devam etmesidir. Yemen'de BM Özel Temsilcisi Griffiths, güven inşa etmek ve kapsamlı bir siyasi anlaşmanın önünü açmak için savaşan tarafların, ateşkes ve diğer insani ve ekonomik önlemleri içeren bir "ortak bildirge" üzerinde birleşmesi için kayda değer bir çaba harcıyor. Hiç şüphe yok ki, bu girişimlerin ilerlemesi, milyonlara bu insani maliyeti her geçen gün artan çatışmanın sona ereceği umudunu veren ve vaat eden yeni bir gerçekliğe dönüşmesi için ABD'nin diplomatik ağırlığına ihtiyaç var. Dediğimiz gibi bu çatışmanın insani maliyeti artarken, soruna yol açan taraf – Husiler- bu maliyeti umursamaz görünüyor. Hatta bağımsız siyasi karar alma gücünden, çatışmayı uzatmak için çözümü engelleyici ve erteleyici politikalara başvuran malum bölgesel tarafların lehine vazgeçmiş bulunuyor.
Nüfusunun yarısı mültecilere dönüşen, toprakları rakip yabancı ajandalar arasında parçalanan felaketzede Suriye’nin topraklarında bölgesel ve küresel rekabet devam ediyor. Bu, sürdürülemez ve bölgesel istikrarı tam kalbinden vuran bir durum. Bu ülkeden geriye kalanları kurtarmak için hızlı hareket etmeliyiz ve bunun ilk adımı; 2254 sayılı BM kararına dayanan bir barışçıl çözüm ve istikrar sürecinin başlatılması için bu çatışmaya dahil olan etkili güçler arasında gerekli fikir birliğini inşa etmektir.
Libya’ya gelince, Libyalı taraflar arasında daha net bir uzlaşma isteği görüyoruz ve bu yılın sonunda seçimlerin yapılması için devam eden görüşmeler ve ulaşılan anlaşmalar var. Şu anda açık olan bu fırsat penceresinin kapanmaması için diplomatik düzeyde ABD’nin rolü, hiç şüphesiz gerekli olmaya devam ediyor.
Bu rol, çıkar çatışmaları, olumsuz dış etkilerin beslediği şiddetli iç siyasi kutuplaşmanın arka planında siyasi bir felç ve korkutucu bir ekonomik düşüş yaşayan Lübnan'da da gerekli. Bu soylu ve köklü Arap ülkesini güvenli bir ekonomik ve siyasi limana ulaştırmak için çabalayan taraflara yardım etmek konusunda ABD’nin olumlu bir rol oynaması önemli.  
Tüm bu çatışmalarda ve sorunlarda ortak bir faktör de var; kötü niyetli bölgesel müdahaleler.
Çatışmalar, Arap bölgesel sisteminin yapısını zayıflattı ve bölgemizde daha fazla nüfuz sahibi olmak konusunda hırslı ve açgözlü bölgesel tarafların, kapsam ve yoğunluk açısından benzeri görülmemiş tehlikeli müdahalelerine karşı savunmasız hale getirdi. Burada açık ve net bir şekilde, geçtiğimiz yıllarda Arap ülkelerine karşı bir tür "bölgesel zorbalık" uygulayan, bir dizi Arap ülkesinin topraklarında doğrudan askeri varlıklarını dayatma kertesine varan İran ve Türkiye'den bahsediyorum. Bölgemizdeki çatışma risklerini artırdığı ve mevcut çatışmaları daha çetin, hatta daha da şiddetlenip büyümeye eğilimli hale getirdiği için bu durumun kapsamlı ve kararlı bir çözüme ihtiyacı var.
İran ve nükleer dosyasının genel olarak ABD'nin Ortadoğu'daki dış politikasına karşı temsil ettiği büyük meydan okuma, açık ve net bir biçimde görülüyor. Bu bağlamda, İran sorununa yönelik herhangi bir uluslararası çözümün Arap endişelerini hesaba katması gerektiğini vurgulamalıyım. Arapların ilk endişesi, İran’ın bazı ülkelerimize karşı sadece apaçık bir düşmanlık, pervasızlık ve sorumsuzluk değil, aynı zamanda aşırı bencillik olarak nitelenecek davranışlarıdır. Arapların istediği ve önem verdiği ilişki şekli ise, uzun bir tarihi, kültürel, medeni ve dini bağları paylaştığımız İran ile - karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde - normal bir komşuluk ilişkisidir. Bu bağlamda, Obama yönetiminin nükleer anlaşma ile sonuçlanan sorunu ele alma ve çözme yönteminin, birçok tarafın endişelerini ve korkularını gidermediği için sürdürülebilirlik unsurundan yoksun kaldığını hatırlatmak yerinde olabilir. Yeni yönetimin, tüm ilgili taraflarla istişarede bulunarak ve mutabakata ulaşarak, bölgesel güvenlik üzerinde son derece etkili bu sorunu ele alma konusunda farklı bir çözüme yönelmesi için, önünde uygun bir fırsat olduğuna inanıyorum.
Bölgesel etkileşimlerden ve sorunlardan Arap ülkelerinin iç koşullarına geçecek olursak, toplumları değiştirmek ve nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan gençlere daha iyi bir gelecek sunmak için Arap liderlerin samimi bir mücadele verdiklerini hemen fark ederiz. Pek çok Arap lider, modernleşme için uygun bir ortam yaratmak gayesiyle toplumsal dokuyu tehdit eden akımlar ve gruplarla şiddetli bir mücadele yürütüyor. Başkan Biden, yemin töreninde yaptığı önemli konuşmasında, sosyal doku birliğini sağlamanın, zorluklarla yüzleşen her toplum için en önemli hedef olması gerektiğini söylemişti. Gerçek şu ki, Arap toplumlarımız da aşırılık yanlısı bir dinsel söylem benimseyen ve sivil halka karşı azami şiddet uygulamaktan kaçınmayan güçlerin, sosyal birlik ve uyumlarına karşı temsil ettikleri ciddi bir tehditle mücadele ediyorlar.
Bölgemizin geleceği için verilen gerçek mücadelenin taraflarının, dinler veya mezhepler değil, modernizm, rasyonalizm, yurttaşlık ve ulus devlet değerleri savunucuları ile şiddet yanlısı gruplar ve dini yönetimi destekleyenlerin ideolojileri ve yaklaşımları olduğunu düşünüyorum. Dış ilişkiler ve ulusal güvenlikten sorumlu ekibinin Ortadoğu konusunda uzun yıllara dayanan bir deneyime sahip olduğu yeni yönetimin, ABD'nin bu belirleyici çatışmada hangi tarafı tutması gerektiğinin oldukça bilincinde olduğuna inanıyorum. ABD’nin bu savaşta modernleşme savunucularının tarafını tutması, onunla vizyon konusunda tam anlamıyla mutabık olunduğu anlamına gelmiyor. Umudumuz, bölgenin geleceği adına verilen bu büyük savaşı kazanmak için iş birliği yapma ve birlikte hareket etme kabiliyetimizi etkilememesi için, farklılıklarımızı belirli bir kapsamla sınırlayarak birlikte çalışmayı başarabilmemizdir.
Geçtiğimiz 10 yılın deneyimi, zorluklarına ve acımasızlığına rağmen, bize aklımızda tutmamız gereken ve neyin yanlış, neyin de doğru olduğunu gösteren ders ve öğütler veriyor. Batı’nın değişim hızını artırmaya dönük yoğun baskısı, artık herkesin bildiği güvenlik ve insani sonuçları ile bir dizi Arap ülkesinin siyasi ve sosyal patlamalar yaşamasına yol açtı. Siyasi ve medyatik baskı yaklaşımının, bölge ülkelerinde siyasi, ekonomik ve sosyal modernleşmeyi hızlandırma hedefini gerçekleştiremediği ortaya çıktı. Eminim ki, Başkan Biden yönetimi, gelecek için gerekli bu gözden geçirmeyi yapmasını sağlayacak uzmanlığa, deneyime ve vizyon derinliğine sahiptir.