İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Şam-Tahran eksenini iyileştirme tehdidi karşısında Lübnan krizi

Lübnan'ın en büyük ikinci şehri ve Sünni Müslümanların en büyük kalelerinden biri olan Trablusşam'daki son olaylar, iki bağlam dışında anlaşılamaz; iç siyasi tıkanıklık ve Lübnan ile Ortadoğu bölgesine ilişkin dış hesaplar.
Yeni ABD Başkanı Joe Biden’ın başkan yardımcılığı görevini üstlendiği eski başkan Barack Obama yönetimi sırasında Ortadoğu dosyalarından sorumlu bazı isimlere yeniden görev vermesinden sonra, uluslararası yaklaşımlar konusunda güven vermeyen birçok gösterge ortaya çıktı. İran dosyasından sorumlu Robert Malley'in nasıl bir yol izleyeceğini söylemek için henüz çok erken olsa da, bilinen düşünceleri ve kanaatleri, onun önceliklerini değiştireceği konusunda iyimser olma cesareti vermiyor.
Öte yandan, yeni yönetim Ortadoğu'da kendisine kulak verilmeyi ve dikkate alınmayı hak eden bir Arap varlığının ayrımına da varmış görünüyor. Artık Tahran rejimi ile nükleer anlaşmada dış kapının mandalı gibi görülüp, bölgesel politikaların tamamen onun aleyhine bir biçimde çizilemeyeceğini anlamış görünüyor. Nitekim Washington’dan da İran'ın nükleer dosyası ve istikrarı bozucu politikaları dahil olmak üzere, bölgesel düzeydeki herhangi bir stratejiye Arap müttefiklerini dahil etme niyetinde olduğunu gösteren açıklamalar geldi.
Yeni yönetim ayrıca ABD’yi anlayan ve çıkarlarına sadık Arap-Amerikan yeteneklerin varlığının da farkında. Bu nedenle, kendilerine danışılmayı ve arka planına makul ölçüde aşina oldukları konularda düşüncelerini dile getirmeyi hak ettiklerini düşünüyor. Gerçekten de Biden ve yönetim ekibi şu ana kadar, en az altı Arap asıllı Amerikalıyı Ulusal Güvenlik Konseyi ve Beyaz Saray danışma organı içinde dikkat çekici pozisyonlara atadı. Evet, iyimser veya karamsar olmakta acele etmek için henüz çok erken, ancak siyasi gerçekçilik, Arap liderlerinin bence hayal kırıklığı olasılığını hesaba katarak her türlü iş birliğini kabul etmesini zorunlu kılıyor.
Her şeyden önce, bugün Arapların tek bir sorunu yok, birçok sorunu var. En azından dünyaya söylediğimiz ve onun duyduğu bu. Dahası, Washington Ortadoğu bölgesi meselelerini ele alırken, yaklaşımlarını dengelemek ve bunları İsrail, İran ve Türkiye'nin emellerinin şekillendirdiği önemli bölgesel gerçeklere göre ayarlamak zorunda kalabilir. Bunun yanında, politik ve askeri olarak büyüyen Rus varlığı ile Çin'in sessizce ilerleyen ekonomik varlığıyla yüzleşmesi gerektiği de unutulmamalı. Son olarak, Demokratların dostluk ilişkilerine Trump dönemindeki içe kapanma yanlısı meslektaşlarından daha fazla saygı duydukları Batı Avrupalı güçlerin pozisyonları da bütün bunlara ekleniyor.
Fransa, 1920'de Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu iki bölgeyi miras alan, sınırlarını çizen ve geçen yüzyılın kırklı yıllarında topraklarından ayrılan Batılı manda gücü olarak, Lübnan dosyasında oynayacağı bir role sahip olduğuna inanıyor. Her geçen gün olaylar, Suriye ve Lübnan’daki durumlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın boyutunu daha çok kanıtlıyor. Gelgelelim, İran'ın genişleme projesinin ışığında, bu iki ülkedeki durum, bölge halkları, özellikle de Araplardan gizlenen İran nükleer anlaşması gibi bir dizi anlaşmanın kesiştiği bölgesel ve uluslararası bir denklemin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Öğrendiğimiz gibi, bu anlaşmaların çatısı altında, başta “Azınlıklar İttifakı", Sykes-Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu olmak üzere Doğu Sorunu’nun Ortadoğu yansımaları yer alıyor.
1920'den beri Arap Maşrık (Levant) bölgesinde olup biten ve olmaya devam eden her şey, bu anlaşmalardan biri veya tümü ile yakından ilgili. Yine bölgede Lübnan kadar siyasi ve güvenlik  faylarının buluştuğu bir nokta, ülke bulunmuyor.
Lübnan haritası 1920’de çizildi ve bu harita, ağırlıklı olarak Sünni olan kıyı kentleri, Şii ve Sünni yoğunluklu kuzeydoğu ve güney bölgeleri ile Hristiyan ve Dürzi nüfusun ağırlıklı olduğu Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı’nı içeriyordu. Trablus şehri, sakinleri bunu istemeseler de, o dönemde “Büyük Lübnan” adıyla bilinen bu yeni oluşuma katılan önemli bölgelerden biriydi. On yıllar boyunca, Trablus (Trablusşam) ve onunla birlikte Beyrut, Sayda ve Akkar şehirlerindeki Sünni kaleleri, Bekaa'daki (doğu Lübnan) Şii, Sünni, Dürzi ve Ortodoks Hristiyan bölgelerde, Lübnan ile Suriye derinliği ve kolektif Arap kimliği ile arasındaki organik ilişkiye güçlü bir şekilde inanılmaya devam edildi. 
1943’teki bağımsızlık, bir devlet olarak Lübnan’ın yaşamındaki ikinci duraktı. Bağımsızlık, Hristiyanların - 1860-1862'de olduğu gibi - Avrupa'nın korumasını, Müslümanların da Arap birliğini talep etmemeleri konusunda varılan mutabakata dayalı bir uzlaşıyla sağlandı. Bu mutabakat, İsrail'in kuruluşundan, ona devrimler ve askeri darbelerle verilen tepki, Filistin devrimi, 1975-1990 arasındaki Lübnan İç Savaşı’na kadar birçok gelişme, sarsıntı ve meydan okumalarla birlikte yaşadı. Lübnan İç Savaşı ancak Taif Anlaşması denilen yeni bir uzlaşıcı mutabakat ile sona erdirilebildi.
O sıralarda Lübnan, İsrail ile birlikte yaşamak için bir "pazarlık kozu" olarak kendisini kullanan Suriye’nin güvenlik ve askeri varlığıyla somutlaşan başka türden bir manda yönetimi altına girdi. Şam rejimi anlaşmayı örtülü olarak kabul etti, ancak bir yandan İran'daki Mollalar rejimiyle bölgesel ilişkilerini güçlendirirken diğer yandan anlaşmanın yalnızca işine gelen bölümlerini uyguladı. Öte yandan, dönemin genelkurmay başkanı General Mişel Avn liderliğindeki aşırılık yanlısı bir Hristiyan akım, Hristiyanların haklarını ihlal ettiği ve onları marjinalleştirdiği bahanesiyle anlaşmaya karşı çıkmıştı.
Avn, Suriye’nin varlığına düşman olmasına ve ona karşı verdiği tüm savaşları kaybedip sonunda Fransa’ya iltica etmek zorunda kalmasına rağmen, Taif Anlaşması’nı ortadan kaldırma iddiasını sürdürdü. Bilindiği gibi, Sünnilerin lideri Refik Hariri’nin Şubat 2005’te suikasta uğraması ve Lübnanlıların suikastın arkasında olmakla suçlanan Suriye-Lübnan güvenlik sistemine karşı ayaklanmasından sonra Avn, Lübnan’a dönme fırsatı buldu. Ancak, ülkeye dönüşü tam bir paradoksu temsil ediyordu. Zira 2005 yılında müttefik olduğu Suriye karşıtı taraflara karşı gelecekte geçmişin düşmanlarıyla iş birliği yapmasını gerektiren düzenlemeler sayesinde gerçekleşmişti.
Avn’ın hedefi değişmedi. Yani Suriye ve Lübnan’da siyasi Sünnilik diye tanımladığı olguya karşı yürüttüğü açık savaş ile Taif Anlaşması’nı ortadan kaldırma hedefinden vazgeçmedi. Gelgelelim, siyasi ve askeri olarak bu hedefi gerçekleştirecek güce sahip olmadığının, dolayısıyla Sünnileri zayıflatabilecek tek gücün Şii gücü olduğunun farkındaydı. Bu nedenle, yalnızca  Sünnileri şeytanlaştırma ve deaşlaştırma konusunda İran ile çıkarları yakın olduğu için Hizbullah ile müttefik oldu. Başka bir deyişle, Avn’ın Şii silahına, İran’ın da Taif Anlaşmasını ortadan kaldırmak ve Sünnileri zayıflatmak için meşru anayasal bir vitrine ihtiyacı vardı. Uydurulmuş hükümet krizinden Trablus’a sızan provokatörler aracılığıyla kasıtlı olarak yaratılmaya çalışılan kargaşa ve fitneye kadar amaç hep buydu ve olmaya da devam ediyor.
Paris ve Washington'un elbette İsrail'in rızasıyla Esed rejiminin kalmasını sağlamayı düşünmesi ve iki Batı başkentinin Tahran rejimiyle yeni bir sayfa açma çabası göz önüne alındığında, bu durum muhtemelen devam edecek.
Özetle, Şam-Tahran eksenini iyileştirmeye yönelik herhangi bir yaklaşım bölge halkları için, özellikle de Lübnanlılar, Suriyeliler, Iraklılar hatta İranlılar için iyi bir haber olmayacak.