Umutsuzluk öldürücüdür.
Ve ne kadar istersek isteyelim değişememek de öldürücüdür.
Bugün Arap dünyasındaki durum bu. Arap Baharı devrimleri ve yenilgilerinin 10’uncu yıldönümleri birbirini takip ederken bölgeye bir tür boyun eğmiş kaderci bilinç yayılıyor; olduğumuz gibi kalmaya çok önceden mahkum olmuşuz. Bunu küçük yaştakiler söylüyor, büyükler ise kafalarını sallayarak onaylıyorlar.
Bu tür bir umutsuzluk duygusu ABD'deki Afro-Amerikalıları da uzun bir zaman ele geçirmişti. Onlar da derimizin rengi siyah oldukça olduğumuz gibi kalmaya mahkumuz demişlerdi. Bu duygu, Martin Luther King önderliğindeki "sivil haklar" hareketinin başarıları sayesinde ancak 1960'larda değişmeye başladı. Bundan önce, bazılarına göre tek çözüm "beyaz" ABD’den "siyah" Afrika'ya göç etmek, yani herhangi bir eylemde bulunmadan önce eylemin sahnesini değiştirmekti. Liberya devletinin kurulma amacı buydu; Siyah Amerikalıların taşınacağı bir koloni oluşturmak. Marcus Garvey ve Rastafaryanlar da “köklerimizin” olduğu yere “Afrika’ya dönelim” çağrısı yapıyorlardı.
Avrupa Yahudileri de benzer bir deneyim yaşadılar ama onların ki daha şiddetliydi.
Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürlük, bu ilk özgürlükten bir asır sonra "Dreyfus olayı" sırasında onların anti-semitist muameleye maruz kalmalarına engel olamadı.
Aydınlarının radikal eşitliğin yolu olarak sosyalist ve komünist hareketlere güvenmeleri, Stalinist anti-semitizmi engellemedi. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde olmadığı kadar Almanya’ya entegrasyonları, Nazizm’in yükselişi ve gaz odalarında ölüm ile ödüllendirildi. ABD’de dahi McCarthyizm, entelektüellerini ve ABD’nin kendi imajını yaratan Hollywood'daki film yapımcılarını hedef aldı.
Siyonist Hareket de Yahudiler için tek çözümün Filistin'e göç etmek olduğunu söyledi. Hareket başlangıçta çok zayıftı, kurucu konferansını düzenlemesine izin veren bir Avrupa şehri bulmakta bile zorlanmıştı. Fakat Yahudilerin başına gelen birçok felakete paralel olarak gittikçe güçlendi.
Gerek Afro-Amerikalıların gerekse Avrupalı Yahudilerin durumu, bir ölçüde Sisifos söylencesine benziyor. Söylenceye göre Tanrı Zeus, Sisifos’u sonsuza dek taş yuvarlamakla cezalandırır. Sisifos bir dağın eteğindeki bir kayayı dağın zirvesine ulaşana kadar itmelidir. Ancak ne zaman zirveye yaklaşsa kaya yeniden aşağı düşer. İşte hayat da bu kısır döngü içinde sonsuza kadar devam eder. Zirveye ulaşmak ve kayayı ulaştırmak yasaktır. Ufukta yalnızca imkansızlık vardır. Umut gereksiz bir gerekliliktir.
Bu deneyim o kadar yoğundur ki, cellatlar ve kurbanların mücadelesine eşlik eden olağan siyasi olayların veya şiddet döngülerinin ötesine geçer. İnsanın saf kötülük olduğu ve insan bilincinde “içinde bulunulan durumdan daha iyisi olamayacağı” yönündeki en karamsar eğilime hitap eder. Bizler bize yazılmış olan kaderi hak ediyoruz. İnsanın bir şey yapmasının, bunu değiştirmek için bir eylemde bulunmasının anlamı yok. İnsanlığın kendisinde fayda yok. Yarın bugünden daha iyi değil, ama dün kesinlikle daha iyi.
Arap devrimlerinin uğradığı yenilgilerin bir sonucu olarak yaşadığımız olguların bazı yönlerini bu şekilde anlayabiliriz. Sözgelimi, insan eylemlerinin daha çok kabul gördüğü varsayılan ülkeleri seçen milyonluk göç ve iltica olgusunu algılayabiliriz. İnsanların o ülkelerde şu veya bu eylemde bulunduklarında bir şeyleri etkileyebileceklerini ve değiştirebileceklerini kavrayabiliriz. O ülkelerde insanların eylemleriyle yarının bugünden ve kesinlikle dünden farklı olabileceğini görebiliriz.
Bütün bunlar aslında insan çabasına, dolayısıyla yaşamın kendisine saygı duyulduğu bir yere iltica etmektir.
Bu kabus gibi atmosferde, DEAŞ gibi olguların, insanlık ve insani eyleme dair umut kaybının en büyük sonucu olduklarını kavrayabiliriz. Her mekan ve zamandaki ataletimizin deklarasyonu olduğunu anlayabiliriz. DEAŞ olgusu, milyonluk göç ile ona eşlik eden ve bölgenin en iyi gençlerinin hayatını solduran ölüm, hapis ve baskının arkasında bıraktığı çürüme ikliminde serpilip büyüdü.
Bugün Lübnanlılar, bu sefaletin acısını en çok çeken dünya halkları arasında yer alıyorlar. Ülke bir benzeri görülmemiş insani ve sosyal felaketin altında ezilirken, yağma, yolsuzluk, beceriksizlik ve hissizlik konusunda hayal edilebilecek en kötü rejim, Lübnanlıların göğsüne çöreklenmiş bulunuyor. İşte böyle bir ortamda değişim, küçücük bir değişim dahi imkansız görünüyor.
Bu, genel olarak, “Arap istisnası” destekçilerinin değerli bir hediyesidir. Bunlar hem de alenen ırkçı bir dille çok erken bir dönemde, Araplar ile demokrasinin bir araya gelemeyecek iki zıt kutup olduğunu söylemişlerdi.
Bu ağır yük altında, Tunus deneyinin başarısı ya da başarısızlığı sadece siyasi bir haber olmaktan çıkıyor. Zira Tunus başarılı olursa, Arap istisnasının istisnası olacak. Araplar ile demokrasinin buluşamayacağı ve benzeri yargıların hatalı olduğunu kanıtlayacak.
Tunus'un, kötüleşen küresel ekonomik koşulların körüklediği, çok kötü bir ekonomik durum başta olmak üzere birçok zorluk yaşadığı doğru. Bununla birlikte Tunus, eylemlerinin etkili olabileceğini göstermeleri, dünya üzerindeki yaşamın durağan olmayıp en az dünya kadar durmadan döndüğünü kanıtlamaları için, Arapların önündeki mevcut tek dar fırsat olmaya devam ediyor.
Tunus deneyimi her şeye rağmen başarılı olacak ve kesin olması gereken şeyden emin olmamız için ihtiyacımız olan masumiyet belgesini bize verecek mi?
TT
Her şeye rağmen neden Tunus?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة