Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Kötü zannın bir kısmı uzak görüşlülüktür

İnanan topluma ve bireylerine yönelik bir mesaj olan “Zannın bir kısmı günahtır” ayetini biliyor ve inanıyorum. Ancak bu ayet zannın bir kısmı diyerek zannın diğer kısmının dikkat ve ihtiyat olduğunu söyleyebileceğimiz bir alan da tanıyor. Buradan yola çıkarak tartışmak istenen konu, yeni ABD yönetiminin İran’a yönelik olası politikası ve gelişmeleridir. Bu konu önümüzdeki gün ve haftalarda en azından çevremizde kendisini bir tartışma gündemi olarak dayatıyor. Elimizdeki gerçeklere bakacak olursak, yeni yönetim açıkladığı gibi “İran’a uygulanan yaptırımları kaldırmayacak” ancak diğer yandan “insani konularla ilgili yaptırımları hafifleteceğini” açıkladı. Yönetimin tutumu hakkında nihai bir kanaate varmak için acele etmeden, göründüğü gibi kafa karıştırıcı olduğunu söylemek istiyoruz. Tahran ve Washington’dan gelen açıklamaların her biri diğerine ilk adımı onun atması gerektiğini söylüyor, peki, bu neredeyse sıfırlı denklem nasıl çözülebilir?
Bunun için satır aralarına ve dipnotlara göz atmaya ihtiyacımız var. Bunlardan biri de İran’ın bilindik diğer kolları gibi bir kolu olan Yemen’deki Husilere yönelik tutum. Yeni ABD yönetimi, insani nedenlerle Husileri terör örgütü listesinden çıkaracağını, çünkü eğer terör örgütü olarak tasnif etmeye devam ederse, Husilerin yönetimleri altındaki Yemenlilere insani yardımların ulaşmasını engelleyeceklerini ve binlerce Yemenlinin öleceğini kaydediyor. Görünüşte bu karar insani nedenlerle alınmış, ancak Yemen halkının bir bölümünün Husilerin rehini olduğunun itiraf edilmesi, bu rehineyi istedikleri zaman istedikleri gibi kullanabilecekleri anlamına geliyor. Yani ileride de şartları yerine getirilene kadar insani yardımları engelleyebilirler. Bu, örtük bir teslimiyet değilse nedir?
Yine dipnotlara baktığımızda bazı analistlerin geçmişte olduğu gibi filan kişinin İran veya Yemen dosyasını üstlenmesinin kendi içinde dikkat çekici ve anlamlı olduğuna dair analizlerini de görürüz. Bu analizler, söz konusu kişinin üstlendiği dosya ile ilgili alınacak kararlarda etkili olacağını söylüyor. Bunun gözden geçirilmesi gerekiyor, zira söz konusu kişilerin çoğunun yönetimde görev almadan önce şu veya bu dosyayla ilgili yazıları ve kitapları olsa da yönetim içinde yer aldıklarında değişiyorlar. ABD yönetimlerinde her ne kadar kamuda şahıslara bir ölçüde çalışma alanı ve özgürlüğü tanındığını söyleyebiliyor olsak da aslında politika yapıcılar olan piramidin tepesinde yer alan bir azınlık ile bu politikaları uygulayan çalışanlardan oluşan çoğunluk vardır. Çizilen politikaları ihlal edenler görevlerini bırakıp evlerinin yolunu tutarlar. Aynı şey Tahran için de geçerli. Nitekim bu konuda İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’ten  “Ben politika yapıcı değil, uygulayıcısıyım” şeklinde açık ve net bir açıklama da duymuştuk. ABD ile İran arasındaki tek fark tabii ki İran’da belirlenmiş politikalar ihlal edildiğinde veya kendisine karşı çıkıldığında kişinin görevi bırakıp hayatına dönmek gibi bir seçeneğinin olmamasıdır. Sonu büyük olasılıkla cezaevi ya da en iyi ihtimalle ev hapsi olacaktır.
Dipnotlara dönecek olursak, Tahran’ın arka arkaya ilk olarak Taliban Hareketi’ni, ardından da BM Yemen Özel Temsilcisi Martin Griffiths’i ağırladığını görürüz. Bu iki ziyaret, dikkatle bakanlar için İran’ın Ortadoğu’daki sıcak meselelerde önemli bir aktör olduğu anlamına geliyor. İran’ın Taliban heyetini ağırlaması, Afganistan komşusu olduğu için usulen haklı görülebilir, fakat coğrafi olarak İran’a uzak Yemen’in BM Özel Temsilcisini Tahran’da ağırlamak, Yemen’in iç işlerine müdahale ettiği, Husilerin kendisine itaat ettikleri dolayısıyla direktiflerini istediği gibi yerine getirdikleri anlamına geliyor. Bütün bu dipnotlarını birbirine bağlarsak, önümüzdeki dönemde İran ile ABD arasındaki ilişkilerle ilgili büyük resmi tamamlayabiliriz. Bu resim, Joe Biden’ın müttefik Körfez ülkelerinin güvenlik ve istikrarını koruma açıklamasına rağmen şu ana kadar Washington’un tutumunu saran belirsizlik ve hafif sisin, Demokrat Parti içindeki kanatların baskısıyla “Obamaizmin siyasi saflığının” elbette insani ve ahlaki gibi farklı adlarla geri dönüşünün habercisi olabileceğini gösteriyor.
Tahran ile Washington arasında olduğunu söylediğimiz sıfırlı denkleme ve nasıl çözülebileceğine dönecek olursak, biz yeni bir şey keşfetmiyoruz, ne olduğunu ve nasıl çalıştığını geçmişte gördük. Elimizde Obama yönetiminin takip ettiği memnun etme, yani Tahran’ın içeride ve çevresindeki tüm sapmalarına göz yumma politikasının sonuçları var. Obama’nın kendisi son kitabında, rejimden ve geçmişe dayalı felsefesinden kurtulma isteğinden ziyade kanatlar arasında bir çatışma olmasına rağmen 2009’daki Yeşil Devrime yardım etmek için formaliteden de olsa bir adım bile atmaktan kaçındığını itiraf etti. Trump döneminde ise memnun etme yerine “azami baskı” politikası denendi. İran rejimi bu baskıların tamamını İran halkına yönlendirdi. Halk daha da yoksullaşırken, rejim geride kalan paralara el koyarak bekası için çok önemli gördüğü iki bileşene harcadı. Bunların ilki, iç ve dış baskı aracı olarak İran Devrim Muhafızları, ikincisi, çatışmaları artırmak ve bölgede bir kaos ve istikrarsızlık atmosferi yaratmak için kullandığı kolları.
Ana felsefesi katı siyasi fikirler taşıyıp, işlerine gelenlerin kulak verdiği sloganlarla başkalarını kullanarak iktidarda kalmak ve dizginleri sıkı tutmak, araçları da ölüm ve terör olan bir rejimle karşı karşıyayız. Ne kendi vatandaşlarının ne de başka halkların yaşadığı kötü yaşam koşulları ve insani durumla hiçbir şekilde ilgilenmiyor, onun için onlar yaktığı ateşi besleyen yakıt gibiler, dolayısıyla yanmalarında bir sorun yok. Washington’da Demokrat çevrelere yakın bazı araştırma merkezlerinde ayırma, yani nükleer anlaşma konusunu İran’ın balistik füzeleri ve komşulara yönelik yıkıcı politikaları konusundan ayıran bir politika benimsenmesinden bahsedilmeye başlandığı bir sır değil. Bu tehlikeli bir yönelim, zira 2015’deki anlaşmayı imzalayanlar arasında yer alan Fransa ve mevcut Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da bu 3 dosyanın birbirinden ayrılamayacağını anladı ve yapılacak herhangi bir müzakereye komşu ülkelerin, özellikle de Suudi Arabistan’ın da katılması çağrısı yaptı.
Avrupa ülkeleri de bu görüşte. Ayırma politikası, Joe Biden’ın savunduğu dayanaklardan birine, insan haklarına sırtını dayıyor. Oysa bir dizi uluslararası raporun tanıklık ettiği gibi insan haklarını İran rejiminden daha çok ihlal eden bir rejim yoktur. Sicili, ifade ve toplanma özgürlüğünü yok sayma, zorla alıkoyma, hızlı mahkemeler ve darağaçları gibi insan hakları ihlalleri ile dolu. Irak, Lübnan ve Yemen gibi komşu ülkelerdeki kollarının sicilleri de onun kadar kötü. Dolayısıyla, bir çözüm düşünmek ve İran rejiminin niyetleri konusunda kötü zanda bulunmak uzak görüşlülüktür. Aynı şekilde kendisine küçük de olsa verilecek herhangi bir tavizi, içeride kendisine yönelik yükselen öfkeyi dindirecek, dışarıda ve özellikle de yakın çevresinde gücünü pekiştirecek zaferinin ilk adımı olarak görmek de.
Son olarak, geçen hafta Pazar günü Fareed Zakaria’nın CNN kanalındaki programına katılan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in şu sözlerine yer verelim; ABD, eski anlaşmaya geri dönmeli. Bu anlaşmaya göre İran 5 yıl boyunca silah satın alamazdı ve bu süre geçen yıl temmuz ayında sona erdi. Anlaşmaya geri döner dönmez silah satın alımına başlayacağız.