Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Alimlerin yönetimi

“Teknokratların Yönetimi” başlığıyla geçen hafta yazdığım yazının akabindeki tartışmalar, beni yaygın bir sorunla karşı karşıya getirdi. Bu sorun, hakkında ortak kanının olduğunu veyahut genel olarak kabul gördüğünü düşündüğümüz kavramların aslında insanlar arasında farklı şekillerde tasavvur edildiğidir. Böyle bir sorun, tartışmayı faydasız ve anlamsız hale getiriyor. Çünkü tartışmanın amacı hakkında fikir birliği olduğunu varsayıyorsunuz, ancak sonra tartışmanın taraflarının farklı bağlamlarda konuştuklarını görüyorsunuz. 
Mesela bazı meslektaşlarım, bilginin hakimiyetini ve diğerlerine üstünlüğünü küçümsemek olarak ifade ettikleri bir hususa itiraz ettiler. Diğerleri ise ‘makinelerin insanlar üzerindeki hakimiyeti’ ile ‘alimlerin ve uzmanların hakimiyeti’ zorlama bir bağlantı olduğunu düşündükleri şeye karşı çıktılar. İlkinin hayali bir durumdan ibaret olduğunu, ikincisinin ise her toplumun ihtiyacı olan şey olduğunu söylediler.
Her hâlükârda bu tartışmada yaygın bir kanaate meydan okumak için bir fırsat buldum. Bu kanaat, ilmin hakimiyeti ve diğer şeylere üstünlüğüdür. Çağdaş Şii fıkhında bilinen bir nazariye olan ‘velayet-i fakih’ üzerine yazdığım daha önceki bir yazıda bunu detaylı bir şekilde tartışmıştım. Fikrin kökeninde, insanlar arasında bilinen ve kabul görmüş bir husus yer alıyor. Her insan bir konuda ihtiyaç duyduğu zaman bir uzmana gider. Fakih hastalığını tedavi etmesi için doktora, yönetici evini inşa etmesi için mühendise ve tüccar elbisesini dikmesi için terziye gider vs.
Bu, Yunan filozofu Platon ve ardından Aristoteles’in ‘filozof kral’ fikrini üzerine inşa ettikleri mantıksal temeldir. Ancak kendilerinin doğa kanunlarına ve kamusal yaşamdaki uygulamalarına ilişkin teorilerine hizmet etmesi için bu fikri aslından daha farklı bağlamlara taşıdılar. Aristoteles'in bu akıl yürütmesi eski çağlardan günümüze kadar Müslüman alimler ve filozoflar arasında genel bir eğilim oldu. Bu nedenle onları, velayet-i fakihten ve yöneticinin içtihadından bahsederken görürsünüz. Ayrıca Kuran’daki ‘ülü’l-emr’ ifadesini şeriat alimleri olarak görür ve onlara alimler arasında alışılmışın ötesinde yüksek bir paye verirler. Bu durum, fikrin yaygınlık kazanmasının ve insanlar arasında genel kabul düzeyine çıkmasının sebebini açıklamaktadır. Zira dini kültürün kaynakları, genel kültürümüzün etkin bir yönünü oluşturuyor ve bunları tartışılamaz gerçekler olarak ele alıyoruz.
Bu fikre muhalefetim iki basit sebepten kaynaklanıyor. Öncelikle yönetim ve kamu idaresi -özellikle de karar alma aşamasında- ilmi meselelerden olmadığı gibi bilimsel bir araştırma konusu değildir. İkincisi, bilgi artık yönetimin emretme, yasaklama ve tasarruf etme hakkı için modern çağda bir kaynak ve temel değildir. Eğer deneyimler kanıt olarak görülürse, o zaman çağdaş dünyada çeşitli toplumlardaki yönetim deneyimi bize, her ülkedeki hükümetin her alanda karar verirken uzmanları görevlendirdiğini gösterirdi. Oysa fiili olarak karar yetkisi bilginlerde değil, bilakis yöneticilerdedir ve bu bilimsel araştırmadan farklı bir yasal süreç gerektirir.
İkinci faktörle ilgili vurgulanması gereken bir diğer husus, ister bilimsel delillere uygun ister aykırı olsun yöneticinin görevi, vatandaşlarının çıkarlarını arzuları doğrultusunda yönetmektir. Kararın meşruiyeti, bilimin sonuçlarına uygunluğundan yahut bilimsel kanıtlara atıfta bulunmasından değil, ulusal hukukla tutarlı olmasından ve vatandaşların çıkarlarına uygun olmasından kaynaklanır. Siyaset biliminde kararın meşruiyetinden kasıt, yöneticinin ‘kamu kaynaklarında tasarrufuna, emretmesine ve yasaklamasına’ izin veren gerekçelendirmedir. Bu, aynı zamanda insanların -her ne kadar kanaatlerine aykırı olsa da- verilen emre itaat etmeleri ve gereklerine uymaları için de bir gerekçedir.