Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

Sahada yanıt

Önümde serili olan bölge haritasına bakıyorum ve geçen ayın 20’sinden önce var olmayan bir düzeyde tırmanma yaşayan noktalar görüyorum. Bu durumda, belirli bölgelerdeki bu tırmanma ile ABD Başkanı Joe Biden'ın eski Başkan Donald Trump'ın yerini alması arasında bir ilişki olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bölge haritasında Irak’ın konumuna bakıyorum ve Mustafa el-Kazimi’nin göreve gelmesine eşlik eden göreceli sükunetin artık başlangıçtaki gibi olmadığını görüyorum. Aksine, Kazimi’nin ülkesi için hedeflerini gerçekleştirme yönünde adımlar attığı o ilk zamanlarda yaygın olmayan, bombalı saldırılar, kaçırma ve işkencelerdeki artışla birlikte yükselen gerilimli bir atmosferin hakim olduğu dikkatimi çekiyor.
Başbakan Kazimi, Irak’ın yeniden huzurlu bir ülke olmasından başka bir şey istemiyor. İran’ın Irak’ın toprak egemenliğine saygı duymasını, iki ülke arasında eşitlik ilişkisini korumasını, Iraklılarının kararının Tahran’dan değil Bağdat’tan alınmasından başka bir alternatif olmadığını anlamasını arzuladığı kadar hiçbir şeyi arzu etmiyor.
Nitekim bunu iletmek için İran Dini Lider Hamaney rejimine elçi de gönderdi. Ondan ülkesinde yapmak istediklerini anlamasını, ülkede kendisine bağlı milis güçlerinin hareketlerini kontrol etmesini, düşüncelerini uygulamasını engellememesini talep eden mesajlar iletti. İranlılardan kendisini destekleyen, özü ve sözü bir olduğunu düşünen Iraklıları kendilerine düşman edecek faaliyetlerde bulunmamalarını istedi.
Ancak görünen o ki, Mollalar rejimi bu mesajı beğenmedi, hoşuna gitmedi. Bu nedenle, Kazimi’nin yolunda duranları, atacağı adımları engelleyenleri yönlendirmeyi bırakmadı. Başbakanlığı kabul etme nedeni olan hedefleri yolunda bir veya daha fazla ileri adım attıkça onu başa döndürmeye çalışanları desteklemekten vazgeçmedi.
Ancak Iraklıların çoğu daha umutlarını kaybetmediler. Ülkelerinin en azından, işgalin ne sürdürülebilir ne de yaşanabilir mezhepçi bir anayasa dayattığı 2003’ten önceki durumuna dönmesini istiyorlar. Bundan daha azını kabul etmiyorlar.
Irak’tan sonra doğrudan komşusu olan Suriye’ye geçtiğimde, İran’a bağlı Fatımiyyun milis grubunun aniden kuzeydoğudaki Kamışlı ve Haseke’de faaliyet göstermeye başladığını görüyorum. Bir İranlı yetkilinin Suriye’deki İran varlığının süreceğini, bir başkasının da iki ülke arasında İran’ın Bender Abbas Limanı’ndan Suriye’nin Akdeniz’deki limanı Lazkiye’ye kadar bir deniz hattı inşa edileceğinden bahsettiğini duyuyorum.
Bunlara tek bir çerçeveden bakıyorum, yani onları tesadüf olarak görmüyorum. Aksine onları, Biden'ın Beyaz Saray'daki görev süresinin ilk günlerinde kasıtlı olarak atılmış adımlar olarak görüyorum.
Yemen’e bakıyorum ve birkaç gün içinde birden fazla kez Suudi Arabistan’ın Abha Havalimanı’nı hedef almaya başlayan Husilerde aniden baş gösteren aktivizm dikkatimi çekiyor. Bu, ne benim ne de başkalarının gözünden kaçmıyor. Bu aktivizmin, Washington'daki yeni yönetimin, eski yönetimin son günlerinde Husi grubunu dahil ettiği terör listesinden çıkardığı açıklamasıyla aynı zamana denk gelmesi şaşırtıcı değil.
Oraya baktığımda tabii ki Yemen’de meşru hükümeti destekleyen Arap Koalisyonu Sözcüsü’nün, Husilerin en nihayetinde İran’ın bir oyuncağı olduğu, yanıtın sahada verileceği, çünkü Husiler gibi milislerin anladıkları tek dilin bu olduğu açıklamaları da dikkatimi çekiyor.
Bu açıklama dikkatimi çekiyor, çünkü havalimanını hedef alan silahları şüphesiz Husiler Yemen dağlarında kendi başlarına üretmediler. Düğmeye basan Husiler olabilir, ama o parmağı harekete geçiren karar, yüzde 100 bir İran kararı, Husilerin arkasında durup bunu düşünen de yüzde 100 İran aklıdır.
Bu beni duraklattı, çünkü Washington'daki yeni yönetim Husileri terör listesinden çıkarma kararını yeniden gözden geçirmeliydi. Çünkü herkesin gördüğü gibi örgüt güçlenmeye başladı. Her ne kadar Washington, Husi liderlere uygulanan yaptırımları kaldırmasa da örgütün adını terör listesinden çıkarma kararı, kendisine bir tür hayat verdi.
Son olarak Lübnan’a göz atıyorum ve hükümeti kurmakla görevli başbakan Saad Hariri’nin, önüne konulan tüm engellere rağmen kurulacak yeni hükümetten bahsettiğini duyuyorum. Cumhurbaşkanı Mişel Avn ile 16 kez görüşmesine rağmen Hariri, bunlardan hiçbirinde Baabda Sarayı sakinini Lübnan’ın çıkarının her şeyden üstün olması gerektiğine ikna edemedi.
Cumhurbaşkanı Avn, İran'a olan bağlılığını gizlemeyen ve kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının önünde tutmaktan çekinmeyen Hizbullah'ın elini tutmuş olduğu sürece bu mantığı nasıl kabul edebilir ki?
Dört ülkedeki koşulların benzer olması tesadüf değil, sanki perdenin arkasına bir şeytan gizlenmiş de Bağdat'tan Şam, Sana ve Beyrut'a olayları yönlendiriyor.
Bu şeytan Tahran’da gizleniyor ve önümüzdeki haritada bahsettiğimiz köşe taşlarını kasıtlı olarak yönlendiriyor. Bunu yapmaktaki amacı, yeni ABD yönetiminin 4 Arap başkentinden kendisine gönderdiği sinyalleri görmesi. Böylece yeni yönetimin, elinde bazı kartlar olduğunun farkına varmasını umuyor. Nükleer programını görüşmek için kendisiyle masaya oturması halinde, elindeki kartların dikkate alınmaya değer olduklarını anlamasını istiyor.
Bölgede bütün bunlar olurken Washington, eksileri ve artıları hesaplıyor gibi görünüyor. Başkan Biden’ın görevde neredeyse 1 ayını dolduracak olmasına rağmen, şu ana kadar İsrail Başbakanı dahil bölgedeki hiçbir lideri aramamış olması, bunun en iyi kanıtı. Bu olağandışı gecikme Netanyahu’yu öyle endişelendirdi ki, kendisine bir açıklama bulmaya çalışıyor ama bulamıyor.
ABD’lilerin bu konuda farklı değerlendirmeleri olsa da Husileri bir terör örgütü saymaya devam edeceğini söyleyen Suudi Arabistan, kendisi için en uygun olduğunu düşündüğü biçimde hareket ediyor.
Suudi Arabistan’ın bu cesur adımının anlamı, Riyad’ın söz konusu örgütün Yemen’de yaptıklarını herkesten çok iyi bildiğidir. Örgüte yönelik ABD’nin bu tutumunun sonuçlarının farkında olduğudur. Suudi Arabistan hükümetinin, çıkarlarını ve sınırlarını koruma konusunda daha uygun olduğunu düşündüğü adımları atabileceği ve yeni ABD yönetimini Husi meselesini farklı bir şekilde düşünmeye davet ettiğidir.
Bu noktada, Yemen’de Arap Koalisyonu Sözcüsü’nün açıklamasına dönmek istiyor ve açıklamada geçen “yanıtın sahada verileceği” ifadesini iyice düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Bu cümle, biraz değişiklikle birlikte, İran ile mücadelede yalnızca Suudi Arabistan’ın değil, tüm Arapların benimsemesi gereken tutumun belki de en doğru ifadesidir. Peki, neden sadece Suudi Arabistan değil de tüm Araplar, çünkü bölgedeki yıkıcı İran faaliyetleri, sadece Riyad ve Körfez’e karşı gibi görünse de aslında Suudi Arabistan ve sınırlarını, hatta bir bütün olarak Körfez’in yanı sıra tüm Arapları hedef almaktadır.
Cümlede yaptığımız değişikliğe (yani tüm Araplar için geçerli olduğunu söylememizin nedenine) gelince, İran ile mücadelenin, 4 ülkedeki milisleri ile kaçınılmaz olan askeri boyutunun yanı sıra siyasi bir boyutta da kazanılması gereklidir. Bu siyasi mücadelenin ilkeleri arasında, nükleer anlaşmanın gözden geçirilmesi sürecine Körfez'in katılması ve hazır bulunması da yer alıyor, çünkü İran'ın nükleer dosyası ile bölgedeki davranışlarını ayıran bir anlaşmanın hiçbir anlamı yoktur.
Karşısında duran tek Arap bloğuna karşı savaşında İran’ı, Fars İmparatorluğu hayalleri yönlendiriyor. Sünnilik ve Şiilik, bir cepheden ibaret. Bu savaşı körükleyen bir yakıttan başka bir şey değil. Bu cephenin karşısında durup ötesine bakmalıyız, çünkü o bir ayrıntı, savaşın özü onun arkasında yer alıyor.
Çatışma özü gereği bir İran-Arap çatışmasıdır. İran'ın bölgedeki projesine karşı duran ve onu sınırda durduran bir siyasi proje üzerinden sağlanacak Arap uzlaşısı dışında bir çözüm alternatifi yoktur. Dar Yemen sahasında silahın ve askeri gücün ıskaladıklarını, geniş Arap sahasındaki daha kapsamlı siyasi hareket yakalayacaktır.