Abdulaziz Tantik
TT

Muhafazakarlık, iktidar ve düşünce…

Modern düşünce muhafazakârlığı yok sayan bir epistemik unsura yaslanır. Bu yüzden muhafazakârlık aslında kabul görmeyen ve değerleri modernlik üzerinden tehdit altında olan bir bakışı işaret eder. Muhafazakârlık ise bu tehdidi görerek, modernlik ile uzlaşıyı tercih etmiştir. Modernliğin siyasi alana tekabül eden bakışını kabul ederek, bilim anlayışı ve teknolojisi ile barışık yaşarken değerlerini bu yeni duruma göre biçimlendirmiştir.
İktidar, modernliğin temel kabullerini paylaşmakla ilişkili ve bu iktidarın sağladığı yeni düzende emperyal paylaşımdan pay almanın zeminini işaret eder. Bu yüzden muhafazakârlık doğal olarak düşünmeyi bu yeni durumu içselleştirmeye ve kendini reorganizasyona tabi kılmıştır. Bu da muhafazakârlığı belirli ölçüde değişime uğratmış ve bu yeni duruma adaptasyonunu sağlamıştır.
Benzer bir duruma batı dışı toplumlarda ve Müslümanların bulunduğu ülkelerde de muhafazakârlık karşı karşıya kalmış ve gereğini yerine getirmiştir. Burada ise muhafazakârlık, iktidar karşısında kendini koruma refleksi ile sağcılığın ardına saklanmış ve kendini kuşdili ile ifade ederken, temel değerlerini ise açık bir şekilde ifade etmekten uzak durmuştur. İslamcılığın siyasal dilini de belirleyen temel ölçüt bu olmuştur. Bu da iktidar olmaya matuf bir hareketlenmeyi doğal olarak iktidar dili ile uyuşmayı içinde taşıyan bir dil ve bu dile dayalı bir bakış üzerinden uzlaşı ile neticelenmiştir. Muhafazakarlık düşünmede iki komplikasyon üretiyor. Koruma güdüsü ve kaybetme güdüsü yüzünden olanı normalleştirmedir. Muhafaza yeniyi ve yenilenmeyi bir zaaf olarak gördüğü için iç çürümeyi bir meziyet kabul ederek düşünmeyi donduruyor.
İktidar da düşünmeyi kendisine bir tehdit olarak gördüğü için muhafazakârlık ile birlikte düşüncenin kendi dinamiği içinde gelişimine engel olmakta… Sürekli bir tehdit teyakkuzu iktidar ve muhafazakârlığı her düşünceye şüphe ile yaklaşmayı ve negatif tutumu öncelemeyi zorunlu kılıyor. Bu da düşünce açısından verimsiz bir ortam demektir. Muhafazakârlık hem çürürken çürümeyi reddeden ve düzeltmeyi bir tehdit ama varoluşsal bir tehdit olarak görerek reddederken çürümeyi devam ettirecek reel olanın meşrulaştırımını sürdürmektedir.
İktidar ve muhafazakârlık açısından düşünmede denge kaybolmuştur. Bu dengesizlik, oluş halindeki siyaset ve iktisadi zeminde yanlışların makes bulmasına zemin oluştururken bu yanlışlığın oluşturduğu bireysel ve toplumsal hastalıklara neden olmaktadır. Sahici ve derin bir düşünce ancak sorunların doğru teşhisini ve çözümünü üretebilir. Ancak iktidar ve muhafazakârlık hem derinlerinden duydukları korkuyu ve hem de bu korku yüzünden baskıladığı düşünme yüzünden sağlıklı adımlar atmaktan uzak kalmaktadır. Bu durum sorunun bizzat kaynağıdır.
Yani düşünceyi negatif etkileyecek psikolojik sosyolojik ve totaliter yapıyı aşmadan sahici bir düşünce gelişmez… Bu aşmayı ise ancak hem iktidarın ve hem de muhafazakârlığın kendisiyle yüzleşmeye cesaret edecek bir pozisyona ulaşmasına bağlıdır. Fakat modernliğin oluşturduğu bir aura içinde hem iktidar ve hem de muhafazakârlık kendisi ile sahici ve doğru bir yüzleşme gerçekleştiremez. Ancak iktidar ve muhafazakârlık, modernliğin temel kabullerinin dışına çıkabilme cüretinde bulunduğu zaman bunu sağlama imkânına haiz olur. Batı dışı temel ilkelerin sabitkadem bir yapı oluşturarak kendi düşünme yapısını kurduğunda ve bu yapı üzerinden olup bitenin neliği konusunda kendi bakış açısını kendi ilkeleri üzerinden gerçekleştirdiğinde bir umut doğabilir.
Bu konudaki denge, sabit ilkelerin ortak bir idrak ile kabulü üzerinden reel durumun değişimini ideal ilkeler çerçevesinde tutarlı bir muhakeme ile sahici zeminde düşünerek sağlanabilir. Bu dengenin politik zemini; politik olanın erdemliliği bir ilke, çıkarı ise reddedilen bir unsur olarak görmesidir. Hak, adalet, özgürlük vb. iyi olanı bir hedef olarak gören politik iktidar, bu değerlerden taviz vermeden birey, kurumsallaşma vb. konumları muhafaza etmekten uzak durarak bütünü dikkate alan bir bakış üzerinden yeniden yorumlamalı ve ilkeleri bunun üzerine kurmalıdır. Kurumsal yapısını bu temel zemine yaslayarak oluşturduğunda sorunların çözümü konusunda umudu çoğaltan bir olguya ulaşmış oluruz.
Bu noktada iki temel olgunun neliğini ortaya koymalıyız: sabit ilkeler ve değişimi besleyen güncel olgular… Sabit ilkeler olmadan güncelin oluşturduğu aura içinde gücün esaretini zorunlu kılabiliriz. Bu yüzden sabit ilkeler, bize güncelin gerçek değerini inşa etmede yol gösterici olacaktır. İlkelerimizi modernliğin dışında geleneğimizin bize kadar taşıdığı temel kodlarımızdan elde ederiz. Günceli de bu çerçeve içinde yeniden yorumlama imtiyazını kazanırız. Günceli dikkate alan bir yaklaşım yararı dikkate alan bir bakışı içinde zımnen taşır.
Pragmatist yaklaşım genelde yanlış algılanıyor.  Yarar ve faydayı salt kendine ait kılarsan sorun ama bütünün faydasına dikkat kesilirse değişimin pozitif boyutunu oluşturur. Her konuda olduğu gibi pragmatik konusunda negatif düşünce baskın karaktere dönüşmüştür. Hâlbuki her olgu onunla kurduğumuz ilişkide iyi ve kötü sıfatını kazanır. Bütün üzerinden düşünmeyi bir ilkeye dönüştürdüğümüzde toplumsal yararı bireysel yararın karşıtı değil tamamlayıcısı olarak düşünerek farklı bir yaklaşımı öne çıkartabiliriz. Ki birçok sorunun kökeninde bulunan bireysel çıkar böylece bir üst şemada daha yararlı bir durum olarak işlevsellik kazanarak çözüme kavuşur. Bu modernliğin ürettiği bencilliğin tedavisinde de önemli bir merhaleyi aşmaya vesile olur.
Benzer bir durum siyaset içinde geçerlidir.  Bir olgu olarak siyaset düşünce 'den bağımsız değil.  Ona negatif anlam yüklemek şahsi/tekil olumsuzluklara dönüktür. Tam tersi olumluluğu siyaset üzerinden toplumsallaştırmak mümkün ve tarihte örneği var. Birçok alanda olduğu gibi siyaset alanında da hak ve eşitliği adaleti gözeterek çözüme kavuşturmak ve haksızlığın ortadan kaldırıldığı bir sosyal zeminde siyaset pozitif bir karakter kazanır. Bu pozitif boyut üzerinden siyaset aynı zamanda toplumsallık ile kurumsallık arasındaki korelâsyonu/bağı da sahici ve sağlıklı bir zeminde kurarak sorunların aşılmasında önemli bir yapı oluşturur. Bu da düşünce açısından çok sağlıklı bir zemin kurmaya neden olur. Ama bunun şartı; iktidarı ve muhafazakârlığı, modernliğin tasallutundan kurtarmaktır.
Yukarıda ifade edildiği gibi herhangi bir olguyu negatif veya pozitif tanımlama yapma imtiyazımız yoktur. Yani olgunun doğasında kötülük yoktur. Ona o kötülüğü yüklemek onunla kurduğumuz ilişkide ona yüklediğimiz anlamla ilişkilidir. Bu temel gerçeği dikkate alarak doğa derken ne kastedildiğini dikkate sunalım:
Doğa kavramını ağırlıklı olarak iki düzlemde kullanıyoruz. Birincisi, ona yüklenen anlamı ile... Diğeri ise fıtri olarak taşıdığı anlamı ile... Yani biri yüklenmiş, diğeri ise kendiliğinden var olandır. Siyaset, yüklenmiş anlamı ile daha çok algılanıyor. Bu da meseleyi kısmi anlamayı içeriyor. Hâlbuki siyaset kendisine yüklenen anlamın dışında kendi varlığının otantik yapısı gereği ilişkiler zemini kurmak ve bunu erdemlilik üzerine inşa etmektir ki bunu her iki algının temsilcileri de aynı şekilde söyleyerek bunu doğruluyorlar. Bu durum iktidarın ve gücün de doğası gereği iyi veya kötü olmadığını; bilakis, onu nasıl kullandığımızı; neye istinaden ve neye yönelik olarak…
Bu tartışma eğilimin/ istikametin/ niyetin farklılaşması üzerinden gerçekleşir. Bir şeye kötü veya iyi dememiz, bizim istikametimiz ve niyetimiz ile birebir ilişkili bir durumu içerir. Bu yüzden iktidar ve muhafazakârlığı neye yönelik kullanıma dâhil ettiğimiz belirleyici olur.
Siyaset, iktidar, güç ve benzeri birçok kavram, bir olgu olarak, onunla kurulan ilişkinin niteliğine göre olumlu veya olumsuz nitelenmelidir. Yoksa doğru nedir, hakikati nedir, ya da hakikatlisi nedir soruları boşta kalırdı. Bu durumun anlaşılması için kişi, sadece kendi dışına çıkma cesaretini göstererek nesnel bir zeminde olaya bakmayı öğrenmesidir.
Şöyle bir itirazı bekliyorum: Ama iktidar genel itibarı ile olumsuz bir kullanıma sahiptir. Gücü elinde bulunduran modernliğin ve dolayısıyla batı iktidarı, diğer ülkelerin zararına ve onların haklarını gözetmeden iş görmektedir. Bu haklı bir itirazdır. Ama aynı zamanda kötümser bir yaklaşım ve bir daha doğrunun ortaya konamaması gibi bir algıyı genelleştirir. Hâlbuki olumsal yaklaşım temel olmalıdır. Bu mevcut sorunların ne kadar ağır olursa olsun, onu çözme umudunu verir.
Bu noktada istisnai olanın kurucu oluşunu da göz ardı etmeyelim… Genel olanı kurucu unsur yapamayız. O zaten kurumsallaşmış ve sorunların kaynağı durumundadır. İstisnai olan bu sorunların dışında ve çözümüne dair bir umudu tekil örnek olarak ortaya koymaya neden olur. Bu tanıklık üzerinden ortak bir algı ve idrake yönelerek yeni bir bakışın imkânlarını üretir.
İktidarı ve muhafakarlığı yenecek bir düşüncenin inşası açısından istisnai olan güç sağlar. Onların sahici bir zemine kavuşmasına imkân tanır. Onların yeniden düzenlenmesini ve bir grup, klan ve örgüte değil de herkesi kuşatacak düzeyde kurumsallaştırılmasına zemin olur.
Meseleyi künhünden kavramak için bir bütünlük olarak dünya görüşü ve oluşturduğu kültür ve karaktere bakmak yeterli…
İnsan değişime açık boyutu ile gelişir, sabit boyutu ile de derinleşerek kemal yolculuğunu sürdürür. Olgunlaşarak estetik bir ahlak ile varlığa güzelliği miras bırakır...