Sam Mensa
TT

Lübnanlı Hristiyanların hakları: Siyasi Hristiyanlık kurgusu

Lübnan'ın yaşadığı çatışmalar ve krizler ortasında “Hristiyan hakları” sloganının tekrarlanması üzerine deneyimli Batılı diplomatlardan biri şunu sordu: “Lübnan’da her bir dini grubun veya bileşeninin ne istediği gerçekten biliniyor mu? Bu soru, gözlemcilerin her dini grup içinde hangi yönelim üzerinde uzlaşı olduğu (tabii uzlaşının kendi başına bir talep olduğunu varsayarsak) konusunda kafasının karıştığı bir zamanda geldi.
Lübnan'daki dini grupların tarihini gözden geçirirsek, her birinin en azından siyasi projelerini tesis aşamasında, tek bir vizyon üzerinde uzlaşmış gibi göründükleri bir dönemden geçtiğini görebiliriz.
Gelgelelim bu görünen birlik ve tek siyasi yürek oldukları izlenimi çok geçmeden ortadan kalktı. Dini grubun safları sıkı ve katı bir blok olmadığı veya merhum solcu lider Muhsin İbrahim’in dediği gibi dini grup – sınıf olarak tanımlanamayacağı gün yüzüne çıktı.
Hiçbir grubun kafası karışan Batılı diplomatın sorusuna vereceği hazır bir cevabı yok. Bunun nedeni ilk olarak, karmaşık bir önemli meseleler yelpazesi üzerinde bir dini grubun tek bir görüş üzerinde fikir birliğine sahip olduğunu varsaymanın garipliğidir.
İkincisi, her dini grubun, lider ve partisi ile dini grubu veya dini grup ile onu kucaklayan siyasi şemsiyeyi birbirinden ayırmanın artık zor olduğu ölçüde kendisini ele geçiren ve bunu sürdürmekte direten liderlerin rehini haline gelmesidir.
Bunlar bir yana, dini gruplar kendi içlerinde ülkenin ikilemleri konusunda dahi bir uzlaşıya varmış değiller. Bu ikilemlerin en önemlileri; dini grupların hakları, iktidara katılım ve genel olarak siyasi sistem. Egemenlik ve yasa dışı silaha sahip olmak. Dış ilişkiler ve savunma politikası. Çökmüş ekonomi, finans ve bankacılık krizi, yargı bağımsızlığı ve burada sayamayacağımız kadar çok olan eski ve yeni yapısal tüm sorunlardır.
Başından belirtmek gerekir ki, bu satırların yazarı dahil olmak üzere birçok Lübnanlı, mezhepsel bir bileşene ait olmakla ilgilenmezler, çünkü inanç ve dinin, bir kimlik değil de birey ile inandığı arasındaki kişisel bir ilişki olduğuna inanmaktadırlar. Mezhep veya din, üye olunacak bir parti, organizasyon, milis, kulüp veya dernek değildir. Bu konu dallı budaklı olduğu için bu yazıda diğer Lübnanlı dini gruplara da örnek olarak Hristiyanlarla yetineceğiz.
Hristiyanlar ne istediklerini gerçekten biliyorlar mı?
Bütün mezhepleri ve gruplarıyla istedikleri şeye ulaşma yöntemi üzerinde hemfikirler mi?
Bu grupların tutumlarını hızla gözden geçirdiğimizde aralarında anlaşmazlık bulunduğunu, herhangi bir temsilcisi ne kadar bunu iddia ederse etsin hepsi adına konuştuğunu söylemenin zor olduğunu görürüz.   
Nitekim Hristiyanlar arasında artık yakın tarihlerine tamamen arkalarını dönüp devlet ve egemenliğinin maruz kaldığı ihlalleri, Hizbullah’ın içerideki uygulamalarını ve gücünü, dışarıdaki müdahalelerini kabul edenler var.
Bu grup, azınlıklar ittifakına geri döndü, 40 yılı aşkın bir süre devam eden Suriye işgalinin uygulamalarını ve zulmünü unuttu. Hatta bazıları bu işgalin eserlerini övgü ile anarken, bazıları da İran modelinin hayranı.
Lübnan'ın muhalefet ve direniş ekseninin bir parçası haline geldiğiyle övünerek, İran’ın Lübnanlı vekilinin teşvik ettiği yeni adetleri, uygulamaları ve sosyal ritüelleri kabullenir duruma geldiler.
Bu kişiler devletin meşru güçleri dışında bir milis grubun silah tekelinden ve bu alandaki ikilikten memnunlar ve bunu bir egemenlik ihlali veya ülkenin maruz kaldığı yabancı bir işgal olarak  görmüyorlar.
Egemenlik ihlali ve işgal olduğunu söylüyoruz, çünkü bilindiği gibi bu milis grubu, yabancı bir ülke olan İran tarafından finanse ediliyor. Öte yandan aynı kişiler, Lübnan’ın Batı bloğu ve Rus-Çin-İran bloğu arasında tarafsız kalması ve ülkedeki krizin uluslararası zemine taşınması taleplerini çekinceyle karşılıyorlar, çünkü onlara göre bu talep, ülkenin egemenliğini ihlal ediyor, keza ülke işgal altında olmadığı için de gerekli değil. Hayran oldukları rejimlerle aynı telden çalıyorlar.
Böyle bir şey en azından gerçek Hristiyanlık anlayışına dayalı olarak imkansız olsa da, siyasi İslam'a benzer bir siyasi Hristiyanlığı formüle etme çabası içindeler.
Öte yandan Hristiyanlar arasında bu grubun karşısında yer alanlar, ülkenin işgal altında olduğunu ve egemenliğinin ihlal edildiğini düşünenler de var. Bu kişiler Hizbullah’ın silahlı yapısını, iç siyaset üzerinde kurduğu askeri vesayet, yurtdışında da İran’ın yayılmacı emellerini ilerletmek için kullanılan yasadışı bir araç olarak görüyorlar.
Ülkenin İran tarafından rehin alınmış olduğunu, uluslararası nüfuz oyununda bir pazarlık kartı olarak kullanıldığını düşünüyorlar.
Lübnan’ın Arap dünyasından uzaklaştırılmasını ve uluslararası toplumdan izole edilmesini kınıyor, bloklar arasında tarafsız kalmasını, Arap şemsiyesine dönmesini ve krizinin uluslararası zemine taşınmasını talep ediyorlar.
Ancak birinci grubun aksine bu grup tek bir pota oluşturmuyor. Bu, bir yandan demokrasi ve çoğulculuk standartlarına göre sağlıklı bir durum, diğer yandan tüm Lübnanlıların yanlışlıkla katıldığı bir savaşa kadar uzanan bazı ayrımların nedenlerinin derinlerine inersek sağlıklı değil. Savaşın bahsi açılmışken, her bir dini grubun kendine yaşattığı acının başka dini grupların ona yaşattığı acıdan daha şiddetli olduğunu hatırlatmalıyız. İç savaş boyunca kendi aralarındaki savaşta Hristiyanlar tarafından öldürülen Hristiyanların sayısı diğer gruplar tarafından öldürülenlerden fazladır. Aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir.
Bununla birlikte, ülkenin son dönemde yaşadığı değişimler yeni kesimler ortaya çıkardı ki bunlardan ikisi öne çıkıyor; birincisi, aralarında Hristiyanların da olduğu tüm mezheplerden mezhepsel kimlikle ilgilenmeyen eğitimli bir sınıftır.
Bu sınıf, ulusal bir Lübnan kimliği ve bireysel özgürlükler, modernite ve insan hakları değerleri etrafında birleşiyor. İkinci kesim, diğer yaş gruplarından farklı vizyonlara, değerlere ve standartlara sahip yine tüm dini grupları içeren bir gençlik yaş grubudur. Yaşlılar için kabul edilebilir ve normal görülenler artık bu yaş grubu için reddedilmesi, kınanması ve çoğu durumda yozlaşmışlık olarak görülmesi gerekenler haline geldi.
Şimdi söyleyeceklerimiz deneyimli Batılı diplomatın sorusuna bir yanıt olabilir; Lübnan’daki Hristiyanlar aynı potada yer almadıklarından tek talepleri, tek siyasi vizyonları, hatta Hristiyanların hakları adı verilen konuda tek fikirleri yok.
Hristiyanlığın “hem bir din hem de dünyevi” olup olmadığı ve siyasi bir teoloji üretip üretmediğiyle ilgili tartışmalara değinmiyoruz bile.
Aynı durum, diğer dini gruplar, özellikle de Sünniler ve Dürziler için de geçerli.
Şiilere gelince bu tartışma, çeşitli nedenlerden ötürü daha az düzeylerde. Bu nedenlerin başında da Hizbullah’ın 40 yılı aşkın bir süre içinde Şii kamuoyunda kök salmış olması dolayısıyla onun benimsediği düşünceler, uygulamalar, ritüeller ve görmezden gelinmesi veya üzerinden atlanması zor hizmetlerle büyüyen nesillerin varlığı gelmektedir. Buna  Hizbullah’ın kendisine muhalif Şii seslere karşı benimsediği yok sayma, sürgün, sindirme ve suikast yöntemleri de ekleniyor.
Konumuza devam edecek olursak, bütün bileşenlerden hemfikir olanlar arasında kolektif bir kimliğin kristalleşmesine izin vereceği için Lübnan örneğinde dini grupların safları arasındaki anlaşmazlık ve farklılıklar için rahmettir diyebiliriz.
Bahsettiğimiz kimlik ilk olarak, telafi edilemeyecek bir tarihsel dönüm noktası oluşturan 14 Mart 2005 devriminde, ikinci olarak da dini grupların ve çekişmelerinin ağına düşmeden önce 17 Ekim 2019 devrimi sırasında ortaya çıktı.
İki devrim de Makyavelist, yozlaşmış bir mezhepçi siyasi sınıfa bağımlılık, bir yabancı gücün meşru vekilinin sahip olduğu benzeri görülmemiş milis gücü faktörü nedeniyle başarısız oldu.
Asıl en büyük kafa karışıklığı, bu soruları cevaplamanın imkansızlığında yatmakta.
Dini gruplar siyasi liderleri ile sınırlandırılabilir mi?
Siyasi liderlikler ile dini grupların mensupları arasında bir mesafe var mı?
Liderlikler gerçekte dini grupların arzularını ve özlemlerini ne ölçüde ifade ediyorlar?
Liderlerin aşırı konuşması ile tüm dini gruplarıyla halkın aşırı suskunluğu arasında, iki tarafın aslında zıt uçlarda durduklarını gösteren tatmin edici bir cevap bulunabilir.
Asıl önemli ve trajik olan gösterge ise, yabancı diplomata verilecek yanıttan ziyade sorusunun kendisinde yatıyor, çünkü dışarısının bizleri tek bir ulusal devlet içinde tek bir halk olarak değil de dağınık dini gruplar olarak gördüğünü gösteriyor.
Keza tüm “liderliklere” güldürmekten çok ağlatan, sadece entrika, şişkin bencillikleri ve aptallıkları için duruşlarından vazgeçen, ittifaklar arasında gidip gelen hokkabazlar gözüyle baktıklarını da.
En büyük talihsizlik ise, bu liderlerden bazılarının hayali bir siyasi Hristiyanlık aracılığıyla "Hristiyanların haklarını" (çoğunu boşuna harcadıklarının farkına bile varmadan) elde etmeye hevesli olmalarıdır.