Racih Huri
Lübnanlı yazar
TT

Lübnan’ın tarafsızlığı ihanet mi?

Maruni Patriği Bişara er Rai geçen hafta cumartesi günü, elbette açıkça dile getirilmeyen ama açıklansaydı oy birliği ile kabul edilecek “Lübnan’ın tarafsızlığının emrindeyiz” sloganı altında Bekerke Meydanı’nda toplanan halk kalabalığının önünde yaptığı konuşma sırasında, hiçbir parti veya dini grup lideri için tek bir sandalye bile ayırmamayı tercih etti.
Ne var ki Lübnan, özellikle Nakura’dan Hizbullah’ın Sur, Nebatiye ve Kafr Ruman’daki kalelerine kadar Güney’deki tüm yolların yanan bir alev topu gibi göründüğü Çarşamba gecesinden bu yana cehennemin merkezinde yer alıyor. Bunun nedeni, Lübnan lirasının dolar karşısında 10 bin lira seviyesini görmesiydi. Ekonomi uzmanlarına göre Lübnan, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ikisi arasında kaldığını söyleyerek uyardığı yolsuzluk ile terör kıskacının esiri olarak kalırsa, İran para birimi gibi Lübnan lirası da 100 bin eşiğine ulaşabilir.
Patrik Rai, Bekerke buluşmasını hiçbir siyasi ve partizan taraf için bir buluşmaya dönüştürmemeye, Lübnan’ı kurtarma çabasında önemli bir durak haline getirmeye önem verdi. Tarafsızlığının altını çizdi. Lübnan’ın bir Arap ülkesi olduğunu ve başta Filistin davası olmak üzere Arap davalarına bağlı olduğunu da vurgulayarak, defaatle belirttiği anayasaya bağlı olumlu tarafsızlığının pekiştirilmesi için uluslararası bir konferans düzenleme çağrısını ısrarla yineledi. Bütün bunlara rağmen, Patrik ve uluslararası konferans çağrısı Hizbullah’ın karalama kampanyasına maruz kaldı. Öyle ki yalnızca Lübnan’ı kurtarmak için uluslararası konferans çağrısında bulunduğu için Lübnan Şii Müftüsü Mümtaz Ahmed Kablan kendisini ihanetle suçlayacak kerteye geldi.
Lübnan ve Hizbullah uzun süredir bir uluslararasılaşma içinde yaşadıklarından bu suçlama, rahatsız edici ve hatta üzücüydü. Buradaki uluslararasılaşma ile elbette, Tahran ve Hizbullah’ın kendisini “karşı çıkma ekseni” adı verilen lokomotife katma çabaları sonucunda Lübnan’ın yaşadığı “çatışmalı uluslararasılaşma”yı kastetmiyoruz. Bunun ancak Fars formatında bir uluslararasılaşma olabileceğine şüphe yok. Pratik olarak kastedilen, Hizbullah’ın uzun bir süredir Batılı ve küresel bir uluslararasılaşmaya dalmış olduğudur. Kablan, ihanet suçlamaları yöneltmeden önce bunu hatırlamalıdır. Hizbullah’ın katıldığı son uluslararasılaşma süreci, Beyrut Limanındaki patlamadan sonra 6 Ağustos’ta Macron’un başkanlığında Pine Palace’da düzenlenen toplantıya milletvekillerinin de katılmasıydı. ABD ve BM ile örtülü bir uzlaşı ile hazırlanan, Lübnan’ı yıkıcı krizinden kurtarmaya çalışacak uzmanlardan oluşan bir “kurtuluş misyonlu hükümet” kurulması çağrısı yapan Fransız girişimini kabul etmesiydi. Patrik’in çağrıda bulunduğu uluslarararasılaşma ve Lübnan’ın olumlu tarafsızlığını eleştirenler, Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) Lübnan'ı iflastan kurtarması için müdahalede bulunmasına yönelik tüm çabalarda aktif ortaklar olduklarını unutuyorlar. Keza bağışçı ülkelerden destek talep ettiklerinde, uluslararasılaşmanın (ama Patrik’in alenen açıkladığı tarafsız uluslararasılaşmanın değil) savunucuları oldukları da akıllarından çıkıyor. Hizbullah ve Kablan’ın neden mesela İmam Musa es Sadr’ın sözlerini unuttuklarını bilmiyorum. İmam Musa kelimesi kelimesine şöyle demişti; “Lübnan'ı tarafsız hale getiremezsek, Filistin toprağının bir karışını bile kurtaramayız, vatanımızı kaybedip mülteci oluruz.”
Kendilerinin de 13 Temmuz 2007’de Fransızlar ve dönemin dışişleri bakanı Bernard Kouchner’in himayesinde Saint-Cloud’da düzenlenen diyalog toplantısına katılmak için bir delegasyon oluşturduklarını neden unutuyorlar? Anlatıldığına göre Hizbullah delegasyonu, “üçlü” sistem adını verdikleri taleplerini ilk kez bu toplantıda katılımcılarla paylaştı. Üçlü sistem kısaca; Taif Anlaşması ve anayasada yer alan Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında paylaşıma dayanan sistemden vazgeçilmesini veya ortadan kaldırılmasını, yerine Şii, Sünni ve Hristiyan bileşenler arasında paylaşımı benimseyen bir sistemin kabul edilmesini talep ediyor. Hizbullah bu talebinden hiç vazgeçmedi. O günden bu yana bunu gerçekleştirmeye çalıştı ve nihayet 2008’deki Doha Anlaşması ile kabul edilen “garantili üçte bir” veya “engelleyici üçte bir” adı verilen sistem ile amacına ulaştı. Doha Anlaşması imzalandığı günden bugüne, hükümetin kuruluşunu engelleme girişimlerinin çıkış noktası oldu. Nitekim şimdi de Hizbullah, buna dayanarak müttefiki Cumhurbaşkanı Mişel Avn aracılığıyla (cumhurbaşkanı ve partisi bunu reddetseler de), Saad Hariri’nin Macron’un önerdiği reform misyonlu hükümeti kurma görevini yerine getirmesini engelliyor.
Yine Hizbullah ve Kablan, iki temel meseleyi unutmuş gibi görünüyorlar. Birincisi, tarafsızlık meselesi Lübnan'da bir varlık meselesidir ve İsrail ile Arap çatışmasında tarafsızlık anlamına gelmemektedir. Nitekim Lübnan Anayasası ile Ulusal Mutabakat Belgesinin giriş bölümü bunu tam manasıyla ifade etmektedir; “Lübnan, özgür, egemen ve bağımsız bir ülkedir. Tüm çocukları için nihai vatandır. Bu anayasada belirtilen ve uluslararası camiada kabul edilmiş sınırları içinde toprağı, halkı ve kurumları birdir. Lübnan kimliği ve aidiyeti ile bir Arap ülkesidir. Arap Birliği’nin aktif bir üyesi ve kurucusudur. Aynı zamanda BM’nin de kurucu ve aktif bir üyesidir ve BM sözleşmeleri ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne bağlıdır.”
11 Ağustos 2006’da İsrail’in saldırılarından sonra BM Güvenlik Konseyi, ABD-Fransa ortak tasarısı olan 1701 sayılı kararı kabul ettiğinde, herkesin hatırladığı gibi Hizbullah bu kararı coşkuyla kabul etmişti. O zaman uluslararasılaşma onun için hayati ve gerekli bir talep haline gelmişti. Hal böyleyken bugün kendisini ihanet sayması oldukça ilginç ve ironik. O dönemde Lübnan hükümeti BM’nin 1701 sayılı kararını oybirliği ile kabul etmiş ve Hasan Nasarallah yaptığı konuşmada, “Kararı kabul ediyor ve ateşkese saygı duyuyoruz” demişti. 10 Eylül 2019 yılında Aşure günü vesilesiyle yaptığı konuşmada da, “Lübnan 1701 sayılı karara saygı duyuyor ve Hizbullah da bu hükümetin bir parçası” diyerek BM kararını kabul ettiğini yinelemişti. Bu, uluslararasılaşmanın zirve noktası değil de nedir?
Gerçekten de 1701 sayılı Güvenlik Konseyi Kararı uluslararasılaşmanın zirve noktasını temsil etmiyor mu? O halde neden Patrik Bişara er Rai’nin, sokaklara dökülen, araba lastikleri yakan, yol kesen ve kurtuluş hükümetini talep eden Hizbullah’ın çevresini de etkileyecek nihai çöküşten Lübnan’ı kurtarmak için sorunun uluslararasılaştırmasını talep etmesi ihanet oluyor? Nasrallah’ın kendisi, uygulama maddesinin 11. fıkrasında “Taif Anlaşması’nın ilgili maddeleri ile Lübnan’daki silahlı grupların silahsızlandırmasını öngören 1559 ve 1680 sayılı BM kararlarının uygulanması gerektiğinin” altını çizen 1701 sayılı karara saygı duyduğunu belirtmişken, Patrik’in çağrısı neden ihanet oluyor? Öte yandan hem Nasrallah’ın saygı duyduğunu söylediği 1701 sayılı karar hem de Hizbullah’ın bir parçası olduğu Lübnan hükümetinin 27 Temmuz 2006’da aldığı karar, Lübnan’da devletin silahı ve otoritesi dışında bir silahlı güç ve otorite olmayacağını ve hükümetinin onayı dışında Lübnan’a silah satışı yapılmayacağını öngörüyordu.
O dönemde Hizbullah için uluslararasılaşma, 1701 sayılı karar ile uygulanmak istenen acil bir ihtiyaçtı ama bugün Lübnan’daki tüm siyasi tarafların desteklediği Maruni Patrik’in talebi olduğunda ihanete dönüştü. Çünkü Lübnan Patrik Rai’nin dediği gibi, “Kelimenin tam anlamıyla, kamusal yaşamın çeşitli alanlarını ve Lübnan toplumunu, Maşrık bölgesinde vatanımızın temsil ettiği bütün özelliklerini hedef alan bir darbe durumu ile karşı karşıya bulunuyor.”
Nasrallah’ın deyimiyle Hizbullah Lübnan hükümetinin bir parçası olduğu için her zaman uluslararasılaşmadan yararlandı. Birinci, ikinci ve üçüncü Paris Konferanslarından ve 18 Nisan 2018’de düzenlenen ve 40 ülkenin katıldığı CEDRE (SEDİR) Konferansından faydalandı. Ama bugün, bilhassa Tahran’ın artık Beyrut’u kontrol ettiğini, Lübnan’ın kendi açısından İsrail’i vurmak için bir füze rampasından ibaret hale geldiğini alenen dile getirdiği bir zamanda, Lübnan’ın siyasi ve ekonomik dengesini, egemenlik ve bağımsızlık temellerini geri kazanmasından korktuğundan uluslararasılaşmayı reddediyor. Öte yandan Nasrallah halen karşı çıkma ekseninin bir parçası olduğunu tekrarlıyor. Bu eksen ise tabii ki Fars formatlı bir uluslararasılaştırmadan başka bir şey değil.