Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Laiklik bir zorunluluk haline geldiğinde

Geçen hafta gazetelerde çıkan bir haber çok az gözlemcinin dikkatini çekti. Haber, Sudan hükümeti ile Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Kuzey (SPLM-N) arasında barış anlaşmasının yolunu hazırlayan “İlkeler Bildirgesi” ile ilgiliydi. Hükümetin, inanç ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınması ve devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılması dahil olmak üzere anayasa değişikliklerini kabul etmesi, yarım yüzyıl süren silahlı bir çatışmadan sonra bir barış anlaşmasına giden yolu kolaylaştırdı. Bunun Sudan'daki etnik gerilimleri sona erdireceğini düşünmüyorum. Ancak bu gerçekten önemli bir adımdır. Çünkü hükümet, sorunun özünün, her zaman söylendiği üzere yabancıların müdahalesinde değil, hâkim politik sistem ve kültürde olduğunu kabul ediyor.
Kimlik krizlerinin kendi kendini besleyen türden krizler olmadığına inanıyorum. Bu krizler, her nerede olurlarsa olsun patlamaya kabil değillerdir. Halk arasında meşhur bir söz vardır ve din adamları da bu söz üzerinde çokça dururlar: Dininizden olmayan, size yardım etmeyecektir. Bunun anlamı, dini inancın insanların davranışlarına yön veren belirleyici faktör olmasıdır. Ancak bireylerin ideolojikleştirilmesi, yani ait oldukları grubun doğru yolda, diğerlerinin ise bunun aksi istikametinde olduğuna inandırılması söz konusu olmaksızın bu söz doğru değildir.
Politikadaki (ve bununla birlikte güç dengelerindeki), ekonomideki ve belki de kültürdeki dönüşümler, çeşitliliğin farklılığa ve ardından çatışmaya dönüştürülmesindeki faktörlerdir. Krizleri tetikleyen amiller zaman zaman farklılık gösterebilir. Fakat burada herkesin bildiği ama dikkatle incelenmemiş bir faktöre işaret etmek istiyorum. Dr. Burhan Galyun bunu, “Ortak sembolik sermayeyi tekelleştirmek ve mülkiyet ile ilgili sahiplik iddia etmek” olarak ifade etmişti.
Bu faktör oldukça önemlidir. Çünkü siyasi güçlere, ilk etapta farklı olanı ve sonraki aşamada benzerini alt etmek için güçlü bir araç verir. Örneğin Sudan'daki siyasi güçler dini ve etnik çeşitliliği zorbalık aracı olarak kullandılar. Buna, İslami hareketler, Sufi cemaatler, Arap milliyetçileri, aşiretler ve Hıristiyanlar da katıldı.
Burada İslamcıların siyasi davranış ve tutumlarına bir göz atalım. Herkesin bildiği üzere burada çeşitli yönler vardır. Öncelikle İslamcılar, İslam'ın tek koruyucuları olduklarını iddia ettiler. Oysa İslam, tüm Sudanlılar tarafından paylaşılan gayrimüslimler de dahil olmak üzere ortak bir kültürdür. Hâkim olan söylem, sosyokültürel anlamı olan “İslam'a aidiyet kavramını”, hukuki ve ideolojik anlamda bir aidiyete dönüştürmeyi başardı. Bu, zorunlu olarak egemen gücün benimsediği fıkhi mezhebe bağlı olmayanların dışlanmasına yol açtı.
Başlangıçta Hıristiyanlar, paganlar ve ateistler kurban edildi. Fakat zaman içerisinde farklı yönelimleri olan Müslümanlar da bundan etkilenmeye başladılar. Burada, Ocak 1985'te irtidatla suçlandıktan sonra idam edilen merhum Mahmud Muhammed Taha'yı hatırlıyoruz. Diğer bir değişle, gücü elinde tutanların farklı olanları dışlamadaki başarısı, sayısal çoğunluğa sahip fakat politik güçten yoksun olan benzerlerin de dışlanmasına yol açmıştır.
Görünüşe göre sorun, İslam'ın siyasal hayata girmesinde yatıyor. Nitekim dini devletten ayırma çağrısını her zaman haklı kılan da budur. Ancak sorunun, bazı tarafların ‘kimliği’ siyasette kullanma yönelimiyle olduğunu düşünüyorum. Bu yönelim, önemli sosyal güçlerin dini ve kültürel çeşitlilik ile çoğulculuktan rahatsız olmasıyla desteklenmektedir. Farklı renklerin ortadan kaldırılmasıyla bir ‘birlik’ oluşturmaktaki ısrar, tüm insanları birbirinin kopyasına dönüştürmektedir.