İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Ey Viyana müzakereleri, senin adına ne kahramanlıklar yapılıyor!

Fırsat buldukça Lübnan gazetelerinde yayınlananları okurum. Bugün yaşadığımız gibi koşullarda, fakir ve zavallı Lübnanlıların taşlandığı vatanseverlik dersleri, başarılar, ilimde derinleşmiş kişilerin mebzul miktarda sundukları şuradaki benzeri görülmemiş ilk haberler, buradaki Ölü Deniz’den daha derin analizler takip edilmeli.
Lübnan basınının hem avantajı hem de dezavantajı olan başlıca meziyeti, bağlılıklarının çok çeşitli olması. Lübnan gazetelerinin çok önemli siyasi meseleleri ele alma biçimi, okuyucuya tek bir ülkede yayınlanmadıkları ve tek bir kültürü ifade etmedikleri izlenimini veriyor. Dolayısıyla, okurlarına aynı yazgıyı da müjdelemiyorlar.
"Medya özgürlüğü" sloganı altında ortaya çıkan çeşitlilik meselesi, 1945 ile 1975 yılları arasında Beyrut'un Arap basınının "başkenti" olmasından beri biliniyor. Gelgelelim, bu çeşitlilik Arap-Arap çatışmalarının kapsamı, farklı örgüt ve akımlardan Lübnan kimliğinin merkeziliğini savunanlar ile pan-Arabizm savunucuları arasındaki ihtilafla sınırlı kaldı.
Bir süre için, bir grup bağımsız "lider" bu uçurumu kapatmayı başardı. Mezhepsel olmayan ideolojik partiler  özellikle Soğuk Savaş döneminde  geleneksel bölünme duvarını delmeye katkıda bulundular. Bahsi geçen bölünme, kendisini “1920 sonrası Lübnan”ın sınırları dışında daha büyük bir "vatan"a bağlı hissedenlerin çoğunu oluşturan Müslüman "blok" (Sünniler, Şiiler ve Dürzilerden oluşan) ile Lübnanlı düşünen ve Lübnan kimliğini kendine özgü özelliklerle öne çıkaran Hristiyan blokun arasındaydı. Ancak bu durum, ulusal ortak paydaların Arap-İsrail çatışmasının etkilerine ve büyük güçlerin hesaplarına dayanamaması nedeniyle uzun sürmedi. Böylece çeşitlilik, diyalektiğin, sertliğin, ötekini yok saymanın ve hatta ikiyüzlülüğün hakim olduğu bir uyumsuzluğa dönüştü.
Lübnan sahnesindeki Arap eksenler çatışması ortadan kalktı ya da neredeyse öyle oldu. Mezhepçi yarı tekelcilik, büyük ölçüde, Lübnan kimliği meselesinin ötesine geçti ve bu, bir dizi faktör nedeniyle oldu. Bu faktörlerin en önemlileri:
1- Soğuk Savaş’ın sonu, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve sonuç olarak, sağ ve sol arasındaki tanıdık ayrımın yıkılması.
2- Arap milliyetçiliği projesinin, 1967 yenilgisi ve Camp David Antlaşması, Şii ve Sünni kanatlarıyla yeni bir dinamik alternatif olan siyasal İslamın ortaya çıkmasından sonra sarsılması.
3- Uluslararası toplumun gözü önünde ve göz yumması ile İran nüfuzunun ve Arap dünyasındaki açık mezhepçi planının kök salmasına yardımcı olan 2003'teki Irak işgali.
4- İsrail'in - bazen silahlı - dini ve mezhepsel kutuplaşma vakalarının kristalleşmesinden duyduğu memnuniyet. Bu memnuniyet daha sonra Türkiye'de Atatürk laikliğinin Erbakan-Erdoğan İslamcı akımı karşısında gerilemesi, Türkiye'nin Ortadoğu arenasına Tahran-Tel Aviv-Ankara üçgenini tamamlayan üçüncü etkili bölgesel oyuncu olarak dönüşüyle ek bir boyut kazandı.
Bugün Lübnan medyası, Arapların dağılmış durumunu, bu gerçeğe net bir amaç ve perspektifle bütünleşik ve tutarlı bir strateji ile karşı çıkma acizliklerini acı bir doğrulukla yansıtan bir ayna. Bazı Lübnan gazetelerinin analizlerinin ve sponsorlarının arzularının yansıttığı bu dağılmışlığın tezahürlerinin başında şunlar yer alıyor; yeni bir Lübnan hükümeti kurulamamasıyla birlikte uzayan yönetim krizi, Suriye’deki durumda yaşanan gelişmeler, diplomasi gereği yapılan açıklamalar, dostluk vaatleri, “caydırıcılık" ve "asgari yaptırımlar" iddialarından ayrı olarak Washington’un niyetlerinin gerçekliği, Arap bölgesine yaklaşımlarının ciddiyeti hakkındaki soru işaretleri.
İran planının tüm Arap bölgesine yönelik hedeflerini sadakatle ifade eden Hizbullah medyası, bu günlerde, küçük Hristiyan müttefiki ve örtüsü yani, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın akımı ile direniş ekseninin, yani İran'ın İsrail ve ABD'ye karşı etkileyici başarılarını kutluyor. Bu zaferler, Taif Anlaşması’nı yıkmak için çalışmakla başlıyor ve yürütme otoritesini görünüşte Cumhurbaşkanı Avn, pratikte Hizbullah ile sınırlandırmakla devam ediyor. Suriye rejiminin Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'in Washington ve Tel Aviv'in kendisine karşı oluşturduğu küresel komploya karşı gerçekleştirdiği büyük seçim zaferine değiniyor. Arap ve Arap olmayan kanatları ile İran Devrim Muhafızları’na bağlı medya organlarının bize müjdelediği gibi İsrail'in yakın zamanda Gazze Şeridi'nden aldığı darbeler karşısında “kaçınılmaz çöküşü” ile de sona eriyor.
İran'ın, ister büyük Batı başkentlerindeki lobileri, isterse yerel borazanları veya Arap dünyasındaki takipçilerinin platformları aracılığıyla yayınladıkları, temennilerin ötesinde bir üzerinde durmayı ve incelemeyi hak ediyor.
1979'dan bu yana yıllar içinde ileri kaçma taktiğinde ustalaşan Tahran'ın sahip olduğu güçlü noktalar olduğuna şüphe yok. İran bu taktik ile bir yandan içinde güvenlik kontrolünü sıkılaştırırken, diğer yandan iç krizlerini komşu Arap ülkelerine ihraç etti. Dengeleri ve başta ABD olmak üzere ilişkisi olduğu büyük ülkelerin çıkarlarını ve hesaplarını istismar etti.
Tahran'da dış politika dosyalarından sorumlu olanlar, Washington'un atmosferini ve Batı Avrupa ülkelerinin ruh halini ve çıkarlarını çok iyi anlıyorlar. Aynı zamanda, şu anda ABD’ye şantaj yapmaya en yetkili iki dünya gücüyle, yani Rusya ve Çin ile taktiksel uyum sanatında da ustalaştılar. Böylelikle, “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” mantığından hareketle, Tahran'ın bir süredir Avusturya'nın başkenti Viyana’da nükleer dosyasıyla ilgili devam eden müzakerelere paralel olarak, Moskova ve Pekin ile ekonomik, kalkınma, siyasi ve askeri ilişkilerini güçlendirdiğine tanık oluyoruz.
İran liderliğinin her zaman aklında tuttuğu bir diğer konu ise İsrail ve Batı'nın jeopolitik hesaplarıdır. Bu hesaplar arasında Tahran'ın Filistin dosyasını kontrol etmedeki rolü, özellikle de bir fraksiyonu diğerine karşı destekleyerek Filistin birliğini zayıflatması da yer alıyor. Bu, Batı Şeria'daki Filistin Ulusal Otoritesi ile Gazze'deki Hamas arasındaki bölünmeden bu yana İsrail'in çıkarına hizmet ediyor.
Arap bölgesi düzeyinde Tahran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'deki yıkıcı yayılmacı yaklaşımıyla diğer Arap ülkelerine karşı açık bir şantaj rolü oynadı. Gerçekten de bu yayılmacı yaklaşım, İsrail'e karşı geleneksel Arap düşmanlığını zayıflattı ve birçok Arap başkentinde rehabilite edilmesini sağladı.
Uluslararası düzeyde, İran - onu kim yönetirse yönetsin - büyük dünya güçlerinin sömürmeye hevesli olduğu çok önemli bir oyuncu. Çünkü yaklaşık 85 milyon nüfusuyla büyük bir ülke ve dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip. İlk olarak, İslam dünyasının kalbinde Sünni olmayan bir blok, ikincisi Çin, Rusya ve Asya cumhuriyetlerinden gelen, Hint Okyanusu'ndan Umman Denizi'ne kadar uzanan ticaret, petrol ve doğalgaz hatları için bir koridor ve liman olarak tehlikeli stratejik konumundan bahsetmiyorum bile.
Tahran bu gerçekleri çok iyi biliyor ve bu nedenle "kırmızı çizgiler" içinde kendi lehine oynuyor.
Şantaj yapıyor ama kendisini ele vermiyor.
Tehdit ediyor ama başkalarının bedenlerini ve topraklarını.
Tırmandırıyor ama "rakiplerinin" hedeflerinin ve taleplerinin çıtasını bildiklerinin de farkında.