Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Aslî günah

Geçen haftaki yazımda, Doğu toplumlarının genel olarak, “İnsanlar kendi hallerine bırakılırsa çatışmaya sürüklenir ve hatta birbirlerini öldürürler” görüşüne meyyal olduklarını söyledim.
Ayrıca bu bağlamda, insanları yasaya saygı duymaya iten şeyin, yasaya olan inançları veya yasanın barışçıl bir yaşam için gerekliliğine olan kanaatleri değil, cezalandırılma korkusu olduğunu söyleyen Platon'un görüşüne atıfta bulundum. Otoriter rejimler bu ilkeyi genellikle bir gerekçe olarak kullanırlar.
Kötülüğe ve yozlaşmaya yönelik eğilimin doğuştan geldiği yönündeki düşünce, on yedinci yüzyıla kadar popülerliğini korumuştur. Bazı araştırmacılara göre bunun ilk güçlü formülasyonu, St. Augustinus (MS 354-430) tarafından, Katolik siyaset teorisinin ilk kapsamlı tasviri sayılan “Tanrı'nın Şehri” kitabında ifade edilmiştir.
Augustinus'a göre insan, doğası gereği günahkardır ve babamız Adem'i yeryüzüne indiren aslî günahın (original sin) mahkumudur. Bu nedenle toplum, insanların hatalara ve günahlara sürüklenmesine engel olacak bir otoriteye sahip olmalıdır. Bu bağlamda St. Augustinus, Aristoteles’in tutumunu da benimsemiştir. Çünkü ona göre evrenin düzeni, işlevi hükmetmek olan bir kesim ile işlevi itaat olan bir kesimin varlığını gerektirir. Bu rol paylaşımı, bir yandan adalet, diğer yandan ise aslî günahın tedavisi için gereklidir. Ayrıca otoriter bir iktidar olmasa olmazdır. Adalet, kilise tarafından kurulan ve kilisenin yönlendirmesine tabi olan bir dini devlette sağlanabilir.
Daha önceki araştırmalarımda, insan doğasının bozulduğunu ve doğal olarak kötülüğe eğilimi olduğunu söyleyenlerin, ‘insanlar arasındaki eşitsizliğe inanç’ gibi bir tutumu da paylaştıklarını gördüm. Bu kişiler eşitliği adaletin bir gereği olarak görmezler ve gereğine inanmazlar.
İbnu'l-Mutahhar Hillî’ye (MS 1250 - 1325) göre, insanların çoğuna şehvet, öfke ve vehim gücü hakimdir. Birçok cahil insan bundan dolayı insan türünün düzeninin bozulmasına müsaade ediyor. Hillî’nin bu görüşü, kendi dönemindeki ve ondan sonra gelen fakihlerin çoğunluğunun görüşü ile uyumludur.
Eskilerin çoğunluğu (ve onları takip eden çağdaşlar), farklılığın ve eşitsizliğin doğum anında başladığına inanıyorlardı. Aristoteles'e göre yaşamın düzeni için doğa, akıl ve basiret ile yetkin bir varlığın bir efendi olarak hükmetmesini buyurmuştur. Aynı zamanda bedenen güçlü olan kimseler, köle olarak bu emirleri yerine getirmelidir. Böylece efendinin menfaati ile kölenin menfaati birleşmiş olur. Yine ona göre Tanrı, önder olarak yarattıklarının mayasına altın, yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır.
Öte taraftan insanlar doğdukları anda statü, yetkinlik ve değer bakımından farklı oldukları gibi yaşamları boyunca da öyle kalacaklardır.
Nitekim Aristoteles'in hocası Platon’a göre, adaletin eşitlikle hiçbir ilgisi yoktur. Ona göre bir zanaatkar doğasının gerektirdiği şeyden, aynı şekilde üretici ve çiftçi de kendilerine doğuştan bahşedilen rollerden memnunsa ve ehil olmadıkları bir işe girişmiyorlarsa devlet adildir.
Diğer bir değişle adalet, insanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmakta değil, onları korumakta yatar ki, modern insan da bu eğilimdedir.
Geçen hafta, insan doğasına duyulan güvensizliğin, adaletin kültürümüzdeki yeri ile bağlantılı olduğunu söyledim. Bence bu, en azından adaletin en önemli direkleri ve tezahürleri açısından -insanlar arasındaki eşitlik ilkesi- netlik kazandı.